Bu ülkede yıllardır ilginç ve tehlikeli bir siyasal psikoloji yaşıyoruz.
İktidar hangi yanlışı yaparsa yapsın, hangi çelişkiyi üretirse üretsin, tabanın önemli bir kısmı bunu mutlaka haklı gösterecek bir gerekçe buluyor. Bu insanlar kötü niyetli değil; aksine yıllarca fedakârlık yapmış, ülkesinin iyiliğini samimiyetle isteyen insanlar.
Ancak siyasetle aidiyet arasındaki bağ, artık bir morfin etkisine dönüşmüş durumda. Morfin, en ağır acıyı bile hissettirmez; siyasi morfin de en büyük çelişkileri görünmez, hatta alkışlanır hâle getiriyor.

Bugün geldiğimiz noktada, dün “asla” denilenlerin bugün nasıl “normal”e dönüştüğünü gösteren onlarca örnek var. Bu örnekler sadece hafızayı tazelemek için değil; siyasal morfinin toplumsal etkisini anlamak için de hayati.

Bugün yaşanan çelişkilerin neden bu kadar büyük yankı uyandırdığını anlamak için, o dönemlerde kullanılan sert söylemleri hatırlamak gerekiyor.
2017’de Sancaktepe’deki mitingde Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB liderlerinin Vatikan’da Papa’nın huzurunda toplanmasını “Haçlı ittifakı kendini gösterdi” sözleriyle ağır şekilde eleştiriyor, meydanlar alkıştan inliyordu.
Oysa yıllar sonra aynı Papa, Türkiye’de kırmızı halılarla karşılandı; dün “Haçlı ittifakı” diye suçlanan figür, bugün diplomatik nezaketle ağırlanıyordu.

Benzer bir sertlik içeride de hâkimdi:
“Biz teröristlerle masaya oturmayız, bu bizim siyasi terbiyemize uymaz” deniyor; muhalefet ise “İmralı’daki çocuk katilini çıkarmayı vadetmekle” suçlanıyordu.
O gün bu sözler, tabanın zihninde kırmızı çizgi hâline gelmişti.

Ancak aradan geçen yıllar söylemle eylem arasındaki makasın nasıl açıldığını acı biçimde gösterdi:

* “Papazı alamazlar” dendi; Brunson teslim edildi.
* “Deniz Yücel bırakılmayacak” dendi; gönderildi.
* “Faiz sebep” dendi; faiz zirve yaptı.
* “İsrail’le olmaz” dendi; ticaret rekor kırdı.
* “Sisi ile görüşmem” dendi; el sıkışıldı.
* “Miçotakis’i tanımam” dendi; masaya oturuldu.
* “Kaşıkçı davası sahipsiz bırakılmayacak” dendi; Riyad’a devredildi.
* “Bedelli asla gelmez” dendi; defalarca çıkarıldı.
* “EYT imkânsız” dendi; seçim öncesi müjde oldu.
* “NATO Libya’ya giremez” dendi; izin verildi.
* “İsveç ve Finlandiya NATO’ya giremez” dendi; tam üyelik onaylandı.

Bu kadar büyük dönüşler, ancak hafızası sistemli şekilde uyuşturulan toplumlarda mümkün olabilir.

Psikolojide buna uyumsuzluk baskısı denir:
İnsan, yıllarca destek verdiği bir hareketin yanlış yaptığını görmek istemez.
Çünkü bu, kendi geçmiş tercihini sorgulamak anlamına gelir.
Bu yüzden yanlış ne kadar büyürse, onu savunma refleksi o kadar güçlenir.
Gerçek değil, duygu korunur.

Bugün Türkiye’de yaşanan tam olarak budur:
Söylemle eylem arasındaki devasa uçurumun üzeri, “Bir bildiği vardır” masalıyla örtülmeye çalışılıyor.
Böylece çelişkiler görünmez oluyor, yanlışlar alkışlanıyor ve siyasi morfin toplumu pasif hâlde tutuyor.

Fakat şu gerçeği herkes biliyor:
Bu millet aptal değil; sadece incinmek istemiyor.
AK Parti seçmeni de tüm bu çelişkilerin farkında.
Ancak eleştirdiği anda “hain”, “dış güçlerin adamı” yaftasıyla karşılaşmamak için susuyor.
Bir de görünmeyen bir baskı var: Eşi, dostu, akrabası devlet kurumlarında çalışan insanlar, “Ya onlara zarar gelirse?” endişesiyle düşüncesini içine gömüyor. Bu korku konuşmayı değil, susmayı büyütüyor.

Bunu bizzat Sinop’ta yaşadım.
Aktifist dostum Şirvan Ünal ile izinde bir devlet dairesine uğradığımızda, oradaki memurlar Sinop’ta yıllardır dile getirdiğimiz yanlışları tek tek doğruladılar ama ardından şu cümleyi fısıldadılar:
“Konuştuğunuz konularda haklısınız; fakat paylaşımlarınızı beğenmeye bile cesaret edemiyoruz. Herkesin devlette çalışan tanıdığı var, zarar gelir diye korkuyoruz.”

İşte bu sessizlik, bu çekingenlik, hataların büyümesine zemin hazırlıyor.

Oysa Türkiye’nin artık yeni bir hamasete değil, ahlâkî bir yeniden inşaya ihtiyacı var.
İsrafın durduğu, adaletin merkeze alındığı, liyakatin geri geldiği, üretimin yeniden canlandığı bir siyasi anlayışa.

Ve hakkını teslim etmek gerekir:
Bu çizgiyi istikrarlı ve tutarlı şekilde temsil eden tek hareket bugün Milli Görüş’ün tertemiz kadrolarıyla Saadet Partisi’dir.

Saadet yıllardır ne söylüyorsa bugün hepsi gerçekleşti:
Faiz düzeninin ülkeyi felakete sürükleyeceğini söylediler; bugün herkes aynı noktada.
İsrafın haram olduğunu söylediler; bugün bütçe israf yüzünden delik deşik.
Adaletin zayıflamasının toplumu çökerteceğini söylediler; bugün ortak talep adalet oldu.
Dış politikadaki zikzakların Türkiye’yi itibarsızlaştıracağını söylediler; bugün tablo ortada.

Saadet, kavga etmeyen, düşman üretmeyen, çözüm üreten kadrolara sahip.
Ahlak, tutarlılık ve adalet isteyen herkes için ciddi bir adres hâline geliyor.

Ve artık bilmeliyiz ki:
Bu ülkenin kaderi, ekran başında iç geçirmekle değişmez.
Değişim bir adımla başlar.
O adım ise düşündüğümüz kadar zor değildir:

En yakın il, ilçe veya beldedeki Saadet Partisi binasına gidip vakit kaybetmeden üye olmak…
İmkânı olanın maddi destek vermesi; olmayanın gönlünü, emeğini, vaktini ortaya koyması…
Çünkü ahlakın, adaletin ve tutarlılığın yanında durmak sadece siyasi bir tercih değil, bir vicdan meselesidir.

Bugün atılan küçük bir adım, yarın bir milletin kaderini değiştirebilir.
Bugün yükselen bir cesaret, yarın çocuklarımıza bırakacağımız en temiz mirastır.
Bugün gösterilen duruş, yarın “Ben elimden geleni yaptım” diyebilmenin huzurudur.

Unutmayalım:
Doğru olanı ertelemek, yanlışları büyütür.
Susmak, çelişkileri meşrulaştırır.
Vazgeçmek, haksızlığı cesaretlendirir.

Türkiye’nin artık yanlışlara tahammül edecek bir günü bile kalmamıştır.
Bu ülke yeniden ahlaklı bir siyaseti, adaleti ve üretimi merkeze alan bir anlayışı hak ediyor.

Bu anlayışın adı bellidir: Milli Görüş.
Bu anlayışın taşıyıcısı bellidir: Saadet Partisi.

Şimdi karar verme zamanı:
Kenarda izleyenlerden mi olacağız,
yoksa doğruya omuz verenlerden mi?

Yeter ki geç kalmayalım.
Yeter ki sorumluluk almaktan kaçmayalım.
Yeter ki memleketin kaderine omuz vermekten korkmayalım.