Türkiye yıllardır İsrail konusunda yüksek perdeden atılan sözlere, meydanlarda coşkulu alkışlarla karşılanan çıkışlara, kameralar önünde verilen sert mesajlara şahit oldu. Fakat herkesin zihninde aynı soru hep derinlerde duruyordu: “Bu çıkışların arkasında gerçekten bir politika mı var, yoksa sadece içeriye dönük bir gösteri mi?”
Cevap en beklenmedik yerden geldi hem de en sarsıcı şekilde.

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, Erdoğan’ın İsrail’e yönelik yıllardır devam eden sert söylemleri için şu ifadeyi kullandı:
“Sadece retoriktir.”
Dahası, Tom Barrack, Erdoğan’ın İsrail’e yönelik tüm çıkışlarının içi boş bir retorikten ibaret olduğunu söyleyerek Türkiye’yi açıkça küçümsedi.

Bir büyükelçinin Türkiye’ye böyle konuşması elbette kabul edilemez. Ancak asıl düşündürücü olan, bu cüreti ona veren zeminin yıllardır iktidarın kendi eliyle hazırlanmış olmasıdır. Çünkü Barrack’ın bugün yüzümüze söylediği şeyi, aslında bu iktidarın içinden bir isim yıllar önce açıkça itiraf etmişti.

14 Haziran 2010’da dönemin hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik, Milliyet gazetesine verdiği röportajda şu cümleyi kurmuştu:
“Erdoğan’ın sert çıkışları halkın gazını alıyor.”
Gazetecinin “Yani şişede biriken gaz mı boşaltılıyor?” sorusuna verdiği cevapsa kısa ve kesindi:
“Elbette.”

Dışarıdan “retorik”, içeriden “gaz alma”…
Aynı gerçeğin iki farklı ifadesi.
Ve bu iki kelime, bugün yaşanan tartışmanın bütün fotoğrafını tek başına özetliyor:
Söz başka, eylem başka.

Bu çelişkiyi yıllar önce bugün TBMM Başkanı olan Numan Kurtulmuş da güçlü ifadelerle dile getirmişti. 2011’de “Başbakan’ın kalbi Ali diyor, dili Muaviye söylüyor” diyerek söylem–eylem arasındaki uçurumu anlatmış, 2014’te ise Türkiye’nin İsrail’in OECD üyeliğine onay vermesini “İsrail’e 1967’den beri verilen en büyük uluslararası başarı” olarak nitelendirmişti. Ardından şu soruyu sormuştu:
“Bir yandan İsrail’i yalnızlaştıracağız diyorsunuz, öbür yandan kendi elinizle yukarı çıkarıyorsunuz. Böyle yalnızlaştırma olmaz.”

Meydanlarda sert sözler…
Masalarda İsrail’e açılan kapılar…
Ve bugün bir büyükelçinin kalkıp “Bu sözlerin hepsi retorikmiş” deme cesareti bulması.

Bu ülkede en büyük kırgınlığı yaşayanlar ise samimi ve temiz yürekli AK Parti tabanıdır. Filistin için içten acı duyan, adalet için hassasiyet taşıyan bu insanlar, meydanda duydukları sözlerle masada alınan kararların çeliştiğini gördükçe incinmiştir. Bu milletin vicdanı “gaz alma” siyasetinin malzemesi yapılamazdı; ama yıllarca yapıldı.

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorun, basit bir diplomatik gerilim değildir; bir devletin söylemi ile eylemi arasındaki makasın artık saklanamayacak kadar açılmasıdır. Devlet ciddiyeti yüksek tondan konuşmakla değil, konuşulanın arkasında durmakla korunur. Türkiye’nin yeniden itibar kazanması da ancak bu tutarlılığın inşasıyla mümkündür.

Bu ülkenin ihtiyacı hamasete değil, ilkeye; duygusal çıkışlara değil, devlet aklına; günübirlik söylemlere değil, omurgalı bir çizgiye duyulan ihtiyaçtır.
Yarım asırdır bu çizgiyi terk etmeyen tek siyasi damar ise bellidir: Milli Görüş çizgisi.

Ve bugün o çizginin siyasi karşılığı, Saadet Partisidir.
Türkiye’nin itibarını sloganlarla değil, tutarlılıkla koruyacak olan tek adres budur.

Şaban Turhal