ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın yaptığı açıklamalar artık münferit bir diplomatik taşkınlıktan ibaret değildir. Ortada bir kere yaşanmış bir saygısızlık değil, tekrar eden bir alışkanlık, hatta sistemli bir üslup vardır. Her konuşmasında Türkiye’nin sınırlarını biraz daha zorlayan, ülkenin iç işlerine daha çok giren, devlet ciddiyetine meydan okuyan bir dil kullanıyor. Bu cesareti nereden bulduğu ise açıktır: Karşısında olması gereken devlet refleksi yerine derin bir sessizlik buluyor.
Bu taşkınlığın en çarpıcı örneklerinden biri 26 Eylül 2025 Evrensel gazetesi tarafından ortaya kondu. Barrack, Trump–Erdoğan görüşmesi öncesi Türkiye’nin Rusya’dan petrol ve doğal gaz almayı bırakması gerektiğini söyleyerek Türkiye’nin enerji politikasına müdahale etmeye kalktı. Bununla da yetinmedi; iki ülke ilişkilerini “meşruiyet alışverişi” gibi skandal bir ifadeyle tanımladı ve ardından Trump’ın sözlerini şöyle aktardı:
“BAŞKAN TRUMP ‘ÇÖZÜM OLARAK ONA MEŞRUİYET VERMELİYİM’ DEDİ.”
Bir büyükelçinin, yabancı bir liderin Türkiye hakkında bu kadar üst perdeden konuştuğunu açıklaması; üstelik bunu doğal bir diplomatik değerlendirme gibi sunması, Türkiye’nin bağımsızlığına yönelen açık bir saygısızlıktır.
Kısa süre sonra 3 Kasım 2025 Sözcü gazetesi, Barrack’ın bu kez Türkiye’nin bölgesel siyasetine yön verme cüreti gösterdiği cümlesini manşete taşıdı:
“TÜRKİYE VE İSRAİL ARASINDA BÜYÜK BİR İŞ BİRLİĞİ GÖRECEKSİNİZ.”
Bu söz bir öngörü değil, dışarıdan çizilmiş bir rota gibiydi. Bir büyükelçi hangi hakla Türkiye’nin dış politikasını ilan eder?
Ardından gelen 30 Kasım 2025 Sözcü haberi ise diplomatik taşkınlığın artık sınır tanımadığını gösterdi. Barrack, Türkiye’nin egemenlik alanına giren son derece hassas bir konuda, hiçbir yetkisi bulunmadığı hâlde, “RUHBAN OKULU 2026 EYLÜL’DE AÇILIYOR” diyerek Türkiye adına takvim açıkladı. Bu ifade ne bir yorumdur ne de bir öngörü; doğrudan Türkiye’nin iç işlerine müdahaledir.
Serinin son halkası ise 6 Aralık 2025 Sözcü gazetesinde yer aldı. Barrack bu kez Türkiye’nin savunma politikasına kadar karışarak, F-35 sürecini değerlendirdi ve açıkça “S-400’LER KULLANILMAYACAKMIŞ” diyerek ülkenin hangi silahı nasıl kullanacağına dair bile hüküm vermeye kalktı. Bu söz diplomasi değildir; devletin askerî tercihlerini yönlendirme girişimidir.
Bütün bu açıklamalar yan yana konulduğunda görünen manzara şudur: Bir büyükelçi, Türkiye’nin siyasi, askerî, enerji, diplomasi ve hatta dinî meselelerine pervasızca müdahale edebiliyor; buna karşılık bu müdahalelere cevap vermesi gereken makamlar ise derin bir sessizliği tercih ediyor.
Bu sessizlik diplomatik bir nezaket değil, onay görüntüsü oluşturur.
Ve bu topraklarda onur, sessizlikle korunmaz.
Milletimizin rahatsızlığı, Barrack’ın sert sözleri değildir; yöneticilerin sessizliğidir. Bir büyükelçi Türkiye’nin geleceğine dair bu kadar rahat hüküm verebiliyorsa, toplumda haklı olarak şu soru yükselir:
“Birileri çoktan ikna mı edildi?”
Devlet, gerektiğinde tavır koyabilen bir yapıdır. Haddini aşan diplomasiye sınır çizer, ülkenin onurunu korur. Çünkü onurunu koruyamayan bir ülke, çıkarını da koruyamaz.
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, dış baskılara teslim olmayan, millet iradesini merkeze alan, devlet onurunu pazarlık konusu yapmayan berrak bir siyasi duruştur. Bu duruşun en net adresi, temiz kadroları ve ilkeli yaklaşımıyla yıllardır çizgisini bozmayan Saadet Partisi’dir. Çünkü mesele bir parti meselesi değil; egemenlik ve bağımsızlık meselesidir.
Barrack’ın pervasızlığı elbette kayda değerdir; ama asıl tehlike, ona alan açan sessizliktir.
Bu millet kimin sorumluluk aldığını, kimin almadığını görür; ülkenin onuru söz konusu olduğunda da gereğini söylemekten asla çekinmez.



