Sarmaşık Kültür dergisinin 8. sayısındaki özel dosya konusu "Türk Romanı Var mı " başlığını taşıyordu. Burada Ahmet Kekeç, A. Vahap Akbaş, M. Akif Ak ve Sadık Yalsızuçanlar gibi romanla ilgili sekiz ismin arasında benim de cevabım yer almıştı. Elbette buradaki yazılar şahsî olmaktan çok, genel bir değerlendirme niteliğinde. Cevapların hepsi bir arada okununca, Sarmaşık Kültürde yer alan dosyanın Türk romanının genel bir portresini ortaya koyan görüşleri bir araya getirdiği görülüyor.
Şiir, sinema, tiyatro gibi sanat türlerinin ele alındığı bu bir dizi dosyanın Sarmaşık Kültür dergisine ayrı bir ağırlık ve aranırlık kattığı ortada. Konuyla ilgili çalışmaları olan uzmanların görüş ve düşüncelerini toplayarak kendisi de bir değerlendirme yazan Abdurrahman Şen dostumuzu kutlarım.
Atatürk Kitaplığı nda ayda iki kere Türk Romanı Seminerleri düzenlediğimiz bir dönemde böyle bir dosyanın yayınlanması gerçekten hoş bir tesadüf oldu. Bu dönemde daha çok Tanzimat Romanları üzerinde duruyoruz, ama günümüz romanlarıyla da elbette ilgiliyiz. Bu dergide yer alan Binbir Günlükle, kendi romanlarımdan yola çıkarak bir roman dünyası kurmakla ilgili düşüncelerimi de açıklamıştım. Bunları sizinle de paylaşmak istiyorum. Fakat bundan önce söyleyeceklerim var:
Roman seminerleri ve "hayatım roman" telakkisi
Yılda 350 romanın yayınlandığı dönemde Türk Romanı Seminerleri düzenlemek kadar dergilerde roman özel bölümleri hazırlamak da önemli. Çünkü romanın teknik ve üslup meseleleri ile edebiyat geleneğimizdeki anlatı dilinin özelliklerini bilmeden yazılacak romanların bizi ifade etmediği iyice ortaya çıkmış durumdadır. Kaygımız elbette edebidir ve bir edebiyat dili yakalayamamış roman elbette kimsenin meselesi değildir. "Hayatım roman" diyerek yola çıkanların bilmedikleri şey işte bu,
Türk Romanı Seminerlerinin en önemli meselesi, bizi biz yapan değerlerden ve elbette günlük hayatımızdan yola çıkarak yerelden evrensele uzanabilmenin imkanlarını ortaya çıkarmaktır. Çünkü kendi kültüründen ve anlatı birikiminden yola çıkamayan romanların başarısı bir mevsimlik olur. Don Kişot, Sefiller, Goriot Baba, İki Şehrin Hikayesi, Suç ve Ceza, Harp ve Sulh gibi dünya çapında klasik romanların en önemli özelliği, ele aldığı insanı bütün yönleriyle, elbette sosyal ve tarihsel boyutlarıyla anlatabilmesidir. Silahlara Veda, Ses ve Öfke, Veba, Savaş Pilotu gibi çağdaş romanlarda da böyle önemli özellikler vardır. Bizdeki önemli romanların da benzeri özelliklere sahip olduğunu görüyoruz.
"Hayatım roman" diyerek okumaktan çok roman yazmakla meşgul olan pek çok insanla sık sık karşılaşıyoruz. Romanlarını okumak zahmetine bile katlanmadan bana, yazdıklarını okutmaya çalışan iyi niyetli heveslilere çoğu zaman söyleyecek söz bulamıyoruz. O yüzden, hayat hikayesini romanla karıştıranlara yararı olur düşüncesiyle bu seminerlerden çok önce konuyla ilgili pek çok yazı yazmış, bunların bir kısmını Roman Düşüncesi ve Türk Romanı adıyla bir kitapta toplamıştım. Bunlardan hiç haberi olmadan bizi romancı kimliğimizle tanıyıp yazdıklarını okumamızı isteyenlere şaşıyorum.
Elbette herkesin hayatında roman olabilecek pek çok şey vardır. Bunların varlığı değil, roman halinde yazılması ilgilendirir bizi. Bu da her eline kalem-kağıt veya bilgisayar geçirenin yapabileceği bir şey değil. Çünkü edebiyat bir güzel sanattır ve zenaat bilgisi gerektirir. O yüzden de şu husus iyi bilinmelidir: Bir insanın hayatından 10 roman çıkarılabilir, ama 10 romandan bir hayat çıkmaz...
Demek ki, roman hatıratla belgeselden farklı olduğu gibi röportajdan da başka bir şeydir. Batıda bunun yalnız seminerleri değil, dersleri bile var. Nasıl ilm-i nazım dersleri almamış olanlar aruzla manzume veya şiir yazamazsa, yeterli donanıma sahip olmayanlar da roman yazamadığı gibi roman dünyası da kuramaz... Bir roman dünyası oluşturmak için dil, üslup ve elbette teknik hazırlık gerekir.
Bir roman dünyası oluşturmak
Türk romanının varlığını tartışan bir dosyanın yer aldığı dergide, bir roman dünyasının oluşumu konusunda kendi romanlarımdan yola çıkarak bazı tesbitlerde bulunmak benim için gerekli göründü. İlk romanım olan Kaybolmuş Günler, otobiyografik yanları olan bir romandır. Tümüyle benim hayatım değil. Benim yaşadığım yerlerde yaşamış bir tip olarak tasavvur ettiğim Beşir Güner le, onun buhranıyla Türkiye de Cumhuriyetin 50. yılında yaşanan buhranı anlatıyor. Bu üniversiteli, yaşadığı şahsi buhranla sosyal buhran arasında ortak noktalar bulur. Dünyayı böyle gören bir gencin çevresine, tanıdığı erkek ve kız arkadaşlarma bakışı, hayat tasavvuru, medeniyet ve kültür anlayışı var romanda.
Hidayete nasip gözüyle bakan ve hidayetin Allah ın elinde olduğuna inananlardanım. Roman kahramanım aşırı kutuplar arasında gidip-gelen birisi değildi. Bir inançsızlık buhranı yaşamıyor.
Psikolojik buhran içerisinde tereddütleri var. Kendisini Allah a yakın hissettiği ve O na sığındığı zamanlar oluyor. Türkiye deki bu inançsız, pozitivist materyalist telakkinin, baskıcı, bir örnek yaşamasını, bu monoton despot tavrını ruhunda hissediyor ve bundan sıkılıyor. Samimi olarak bir kültür, sanat ve hayat telakkisinin peşinde oluyor. Bir kimlik ve kişilik buhranı içindeki üniversiteli... Üniversite talebeleri bana hep enteresan gelmiştir. Bu insanlar hayatın eşiğindedir. Bunlardan her şey olabilir. Çok başarılı bir insan da çıkabilir, başarısız insanlar da. İşte böyle, hayatın eşiğinde bir gencin, kız arkadaşlarıyla hissi ve insani münasebetleri erkek arkadaşlarıyla ilişkileri. Kendisinden bir şeyler bekleyen toplum ve ailesi... işte bu hayat içindeki genç adamın tereddütleri veya buhranı...
Neticede romanlarımda ben Türkiye nin meselelerini tartıştım. Tabii bir sanat diliyle, bir anlatı diliyle... Onun çevresiyle şikayetlerinden sosyal bir tavır yakalamaya çalıştım. O yüzden ben 68 dönemine alternatif bir tip buldum. Benim gibi Beşir Güner de herhangi bir ideolojiye kapılanmadan Müslüman Türk kimliğiyle çevresindeki dünyada olup bitenleri sorgulayan bir tavır içinde. Bu yüzden de pek çok kişiden Kaybolmuş Günleri okuduktan sonra, Beşir Güner bir roman kahramanı değil de gerçekten yaşayan biriymiş gibi, "Beşir Güner şimdi ne yapıyor " veya "Kardeşim de öyle bir buhran yaşıyor. Bana adresini verseniz de Beşir Güner le kardeşimi görüştürebilsem, ya da ben görüşebilsem" gibi başvurular oldu. Ben bu romana uzunca bir zaman emek verdim. Sanıyorum iyi bir roman ortaya çıktı. Ama bu ülkedeki fikir ve sanat çevrelerine egemen olan politizasyondan ötürü de 30 yıl içinde ancak beşinci baskısı yapılabildi. Farklılığınız, gerçekten orijinal olmak isteyişiniz sizi bazen yalnız da bırakabiliyor.
Öteki romanlarımda fertten çok topluma ve tarihe yöneldim. İkinci romanım Dönemeç, bir Anadolu şehrinin Cumhuriyet in 50. Yılında, bir seçim atmosferini ortaya koyarken, Kaybolmuş Günler in ortaya koyduğu portreyi tamamlar. Bunun devamı olan Güzel Ölüm, Kıbrıs Harekatının istanbul dan görünüşünü bir aşk hikayesiyle birlikte ortaya koyar. Pancur adlı daha önce yazılmış bir hikayemin bittiği noktadan başlayan Bir Aşk Serüveni ise, adı üstünde, 22 yıl zihnimde yaşattığım farklı aşk serüvenini kendine özgü bir tavırla ele alır. Onun gibi Tesbih adlı hikayemin bittiği yerden başlayan ve bir devamlılık duygusuyla, iki ailenin Anadolu yollarındaki kimliğimizi arama çabalarıyla ortaya çıkan Yollar ve İzler romanı ise belki hepsinden bazı izler taşıyarak ortaya çıkmış bir romandır.
Fethi Gemuhluoğlu ağabeyimizin ilk romanımı eline aldığında söylediği, "Sen nehir romanlar yazacaksın!.." sözü hiç aklımdan çıkmaz. Onun kabiliyetleri tespitteki isabeti keramet gibi gerçekleşir. Halbuki, başlangıçta romancı olmak gibi bir niyetim yoktu; hatta ilk romanıma bir büyük hikaye yazmak niyetiyle başlamıştım. Fakat tasarladığımın ancak üçte birisini yazabildiğimde, konunun bir roman boyutuna doğru geliştiğini görünce, yazmayı bırakıp roman üzerine bilgilerimi yenilemeye ve roman için bir olay örgüsünün gerektirdiği kurguyu oluşturmaya başladım. Çünkü o zamana kadar sadece bazı hikayeler yazmış ve daha çok kendimi tiyatro yazarlığına hazırlamıştım. O günlerde ilk oyunum olan Umut Suları MTTB Tiyatrosu nda sahneye konuyor, tasarladığım kişiler sahnede konuşuyor, bu da beni şaşırtıyordu. Romancılık ise büsbütün başka bir işti ve her şey kağıt üzerinde olup bitiyordu. Üç yıllık bir çalışmadan sonra romanı yayınlarken, en çok bu farklılık beni meşgul etti.
Şimdi yine, on yıla yakın bir zaman üzerinde çalıştığım, "kurtarıcı bekleme" eğilimimizi ele alan bir romanla yirmi yıldır zihnimi meşgul eden Mimar Sinan ın Dünyasını anlatan başka bir roman üzerinde çalışıyorum. Tabii Dönemeçle Güzel Ölüm ün devamı niteliğindeki Huma Kuşu ve Bir Aşk Serüveni nin devamı olan Asuman ile Yollar ve İzler deki Tarık Beyin arayışını ortaya koyan yeni bir romanla zihnim dolu. Demek ki yayınlanmış beş roman yanında sadece yazılması kalmış beş romanım daha var.
Görüldüğü gibi, romancının gerçek hayatı, çevresinde olup bitenlere karşı ortaya koyduğu tavır yanında, bir de kurgusal sanal hayatta kendine özgü bir dünyası var. Bu özel dünya bazen gerçek hayatın yorumuyla yaşadıklarmızın değerlendirilip ortaya konmasında her türlü ifadeden daha etkili...
Sadece farklı olmak için değil, bana özgü bir roman dünyası kurmak için çalışıyorum. Bu da kendiliğinden farklı bir şey oluyor. Bu anlamda, ben yeniliği ve farklılığı orijinallikte buluyorum. Başkalarının benden önce keşfettiği gerçeklikleri tekrar etmeyi gereksiz bulduğum için otuz yılda ancak beş roman yayınlayabildim. Kendine özgü olabilmenin bedeli ağırdır, kendi şarkını söylemeye çalışmak zor. Bir roman dünyası için de işini iyi bilmek ve kendi kozanı örebilmek çok önemli tabii...