(Türkiye’de İdeallerin İdollere Yenilgisi Üzerine Bir Deneme)
Türkiye’de muhafazakârlık tartışmaları, çoğu zaman “yerlilik” kavramıyla neredeyse otomatik bir biçimde yan yana getirilir. Muhafazakâr siyaset, kendisini yerli ve millî olanın doğal temsilcisi olarak sunar; köklerini gelenekten, dinden, toplumsal hafızadan aldığı iddiasıyla meşrulaştırır. Ne var ki bu ilişki, ilk bakışta ikna edici görünse de tarihsel ve sosyolojik düzlemde ciddi çelişkiler barındırır. Çünkü muhafazakârlık, sanıldığı gibi saf bir “yerlilik” hali değil; aksine modernliğin içinden doğmuş, onunla pazarlık eden, çoğu zaman ona eklemlenen bir siyasal tavırdır. Bu nedenle muhafazakârlığın yerlilik iddiası, çoğu zaman bir hakikatten ziyade bir söylem stratejisi olarak işler.
Muhafazakârlık, kendi doğası gereği çelişkilerle yüklü bir düşünce ve siyaset biçimidir. Bir yanda güya inançlı zihnin kutsalını muhafaza etme, emaneti koruma, ilahî olanı dünyevî olanın tahribatından sakınma hassasiyeti vardır. Diğer yanda ise muhafazakârlık, modern siyasal düzen içinde şekillenmiş, iktidar ilişkileriyle, devlet aklıyla ve küresel sistemle uyum arayan bir politik pozisyondur. Bu iki alan, aynı kelime altında birleşse de aslında farklı dünyalara, farklı değer rejimlerine ve farklı ahlaki referanslara aittir. Türkiye’de yaşanan muhafazakârlık krizi, büyük ölçüde bu iki alanın bilinçli ya da bilinçsiz biçimde birbirine karıştırılmasından kaynaklanmaktadır.
Türk sağının “muhafazakâr” olarak tanımlanan partileri ve hareketleri, kitleyle kurdukları duygusal ilişki dışında, çoğu zaman sanıldığından çok daha Batıcı bir zihniyetin içinden beslenmiştir. Devlet tasavvuru, kalkınma anlayışı, modernleşme fikri ve hatta elit olma arzusunun kendisi, Kemalist modernleşme projesiyle ortak bir zeminde buluşur. Muhafazakâr elitler, halka ve özellikle köylü kitlelere seslenirken yerli ve sahici bir dil kurar; fakat iktidar alanına girdiklerinde, bu dilin hızla terk edildiği görülür. Halkla kurulan duygusal bağ, çoğu zaman siyasal meşruiyet üretmenin bir aracına dönüşür. Bu bağ çözüldüğünde ya da işlevini yitirdiğinde, muhafazakârlığın Batıcı-elitist cephelerle ittifak kurmakta zorlanmadığı açıkça ortaya çıkar.
Bugün Türkiye’de uzun yıllardır iktidarda olan muhafazakâr yönetimin yarattığı hayal kırıklıkları, bu çelişkili yapının somut sonuçlarını gözler önüne sermektedir. Dış politikada ilkesizlikle pragmatizm arasında savrulan, iç politikada ise güvenlikçi refleksleri tahkim eden bir muhafazakârlık pratiğiyle karşı karşıyayız. Bir dönem “yerli ve bağımsız” söylemiyle meşrulaştırılan politikalar, bugün küresel güç dengelerine uyum sağlama adına sessizce revize edilebilmektedir. Ekonomide serbest piyasa dogmalarına teslimiyet, hukukta keyfîlik, kamusal alanda adalet duygusunun aşınması; muhafazakâr iktidarın ürettiği en temel kriz başlıkları hâline gelmiştir.
Bu tablo, muhafazakârlığın doğası gereği iktidara yönelen, fakat iktidarı taşıma ahlakına sahip olmayan bir karaktere sahip olduğunu yeniden hatırlatmaktadır. Muhalefetteyken daha sahici, daha yerli ve daha ahlaki refleksler gösterebilen muhafazakâr hareketler; iktidara geldiklerinde hızla statükonun bir parçası haline gelirler. Güç ilişkileriyle temas arttıkça, küresel sistemle kurulan bağlar derinleştikçe ve devlet aklıyla özdeşleşme güçlendikçe, muhafazakârlığın eleştirel ve ahlaki tonu silikleşir. Bu dönüşüm, bir sapma değil; muhafazakârlığın içkin bir eğilimidir.
Aslında muhafazakârlığın muhalif hâli, onun en yerli ve en güçlü yanını içinde barındırır. Muhalefetteyken sergilenen sabır, toplumsal sorumluluk, aidiyet bilinci ve kimi zaman çatışmadan uzak ama dirençli duruş, muhafazakâr hareketleri güçlü kılmıştır. Bu hâl, devletle mesafeli, iktidarla temkinli ve toplumsal adalet duygusuna daha yakın bir muhafazakârlık üretmiştir. Ne var ki iktidar deneyimi, bu özellikleri hızla törpülemiş; yerine iktidarı kutsayan, eleştiriyi ihanetle eşitleyen ve gücü meşruiyetin yegâne kaynağı olarak gören bir siyasal refleks doğurmuştur.
Bugünün muhafazakâr iktidarı, İslamcı söylemin bazı unsurlarını bünyesine katarak genişlemiş ve meşruiyetini bu söylem üzerinden tahkim etmiştir. Ancak zaman içinde İslami ideallerin yerini, giderek daha belirgin hâle gelen bir “idol siyaseti” almıştır. Lider kültü, devletin bekası, güvenlik söylemi ve güç fetişizmi; hak, adalet, merhamet ve emanet bilinci gibi Müslüman zihnin asli referanslarının önüne geçmiştir. İslam, ahlâki bir çağrı olmaktan çıkarılıp, siyasal meşruiyet üreten bir semboller deposuna indirgenmiştir.
Tam da bu noktada, muhafazakârlığın krizini tek bir cümle özetler: “İdolleri terk edelim, idealleri muhafaza edelim.” İdol siyaseti, lidere, devlete ve güce tapınmayı beraberinde getirirken; ideal siyaseti, adaletin, hakikatin ve insan onurunun merkezde olduğu bir siyasal ahlakı zorunlu kılar. Bugün muhafazakâr zihnin en büyük açmazı, bu ayrımı yapamamasıdır. Ülkeyi sahiplenme iddiası, çoğu zaman iktidarı sahiplenmeye dönüşmekte; devletle toplum, kamu yararıyla iktidar çıkarı birbirine karıştırılmaktadır.
Bu karışıklık, muhafazakârlığın kolaylıkla statükoya eklemlenmesine yol açar. “Vatan-millet düşmanları” söylemi, eleştiriyi bastırmanın ve muhalefeti gayrimeşru ilan etmenin aracı hâline gelir. Oysa Müslüman zihnin tarihsel tecrübesi, iktidara mesafeli olmayı, gücü sınırlamayı ve zulme karşı sözü esirgememeyi ahlaki bir sorumluluk olarak görmüştür. Bugün bu mirasın yerini, konformist ve itaatkâr bir dindarlık anlayışı almıştır.
Güncel siyasal tartışmalar, bu krizi daha da görünür kılmaktadır. Ekonomik eşitsizliklerin derinleştiği, gençlerin gelecek umudunu yitirdiği, hukukun siyasallaştığı bir ortamda muhafazakârlığın hâlâ “istikrar” ve “beka” söylemiyle kendini yeniden üretmeye çalışması, toplumda karşılık bulmamaktadır. Yeni kuşaklar, idol siyasetine değil; adalet, özgürlük ve liyakat taleplerine kulak vermektedir. Bu durum, muhafazakârlığın mevcut formunun sürdürülemez olduğunu göstermektedir.
Bugün ihtiyaç duyulan şey, muhafazakârlığın iktidar reflekslerini yeniden üretmek değil; onun muhalefetteyken sahip olduğu ahlaki ve yerli potansiyeli yeniden düşünmektir. Daha da önemlisi, Müslüman zihnin köklerindeki hak ve adalet ideallerini siyasetin merkezine taşımaktır. Bu, ne nostaljik bir geri dönüş ne de romantik bir gelenek yüceltmesidir. Aksine, çağın sorunlarına ahlaki bir perspektifle cevap verebilecek yeni bir siyasal dilin inşasıdır.
Sonuç olarak Türkiye’de muhafazakârlık, bugün ciddi bir yol ayrımındadır. Ya idollere saplanarak gücü kutsamaya devam edecek ve ideallerini tamamen yitirecektir; ya da idealleri merkeze alarak iktidarla arasına mesafe koymayı, eleştiriyi bir erdem olarak görmeyi ve adaleti siyasal varoluşunun temeline yerleştirmeyi başaracaktır. Muhafazakârlığın geleceği, bu tercihin hangi yönde yapılacağına bağlıdır. İdoller kırılmadıkça, ideallerin hatırlanması mümkün değildir; idealler yeniden hatırlanmadıkça ise muhafazakârlık, kendi iddiasının enkazı altında kalmaya mahkûmdur. Hoşça bakın zatınıza…