Mısır ile İsrail arasında rekor seviyede bir doğalgaz anlaşması yapıldığını okuyunca, ABD Büyükelçisi’nin Türkiye için kurduğu cümleler ister istemez aklıma geldi. Çünkü bu tür anlaşmalar yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve ahlaki tercihlerdir. Gazze’de çocuklar bombalar altında can verirken, Refah Kapısı kapalı tutulurken Kahire’nin Tel Aviv’le milyarlarca dolarlık enerji masasına oturması, sözle eylem arasındaki uçurumu bir kez daha bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.

Nitekim gazete manşetleri yoruma gerek bırakmayacak kadar açıktı. Bir manşette açıkça “İsrail ile Mısır arasında rekor gaz anlaşması” ifadesi yer aldı. Bu başlık, Filistin adına kürsülerde konuşulurken, masada enerjinin ve çıkarın tercih edildiğinin belgesiydi. Gazze’de akan kan, enerji sözleşmelerinin dipnotuna indirgenmişti.

Barrack Konuştuysa, Masada Çoktan Karar Alınmıştır 1

Aynı günlerde başka bir manşet daha dikkat çekti: “Türkiye ve İsrail arasında bir iş birliği göreceksiniz.” Bu cümle bir analiz değil, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın doğrudan beyanıydı. Yani biri bugünü belgeliyor, diğeri yarını işaret ediyordu. Mısır’da hayata geçirilen modelin, Türkiye için dillendirildiği açıkça görülüyordu.

Tabloyu tamamlayan üçüncü manşet ise meselenin özünü tek cümlede özetliyordu: “Barrack: Erdoğan’ın İsrail’e söylemleri sadece retorik.” Üstelik bu başlık, İsrail’le süren ticaretin hatırlatılmasıyla birlikte verilmişti. Yani sorun sözlerin sertliği değil, bu sözlerin sahada bir karşılığının olmamasıydı.

Barrack Konuştuysa, Masada Çoktan Karar Alınmıştır 2

İşte bu üç manşet yan yana konulduğunda ortada bir niyet okuması değil, belgeye dayalı bir gerçeklik vardır. ABD Büyükelçisi’nin bu kadar rahat konuşabilmesinin sebebi de budur. Çünkü büyükelçiler, hele ki Washington adına konuşanlar, masada karşılığı olmayan cümleleri kurmaz. Önce enerji gelir, sonra güvenlik başlıkları açılır, siyaset ise en sona bırakılır. SDG/YPG meselesinde kullanılan “ortak nokta” dili de bu planın bir parçasıdır. Aynı dil daha önce Mısır için kullanılmış, sonuç ortadadır: Bugün Mısır, İsrail gazının Avrupa’ya açılan kapısı hâline getirilmiştir.

Gelelim Ankara’ya.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert çıkışları, ümmetin haklı öfkesini yansıtan cümleler olabilir. Ancak mesele sözün sertliği değil, bu sözlerin ahlaki bedelinin ödenip ödenmediğidir. Ahlaklı siyaset, yalnızca kınamak değil; gerektiğinde vazgeçebilmeyi, gerektiğinde bedel ödemeyi göze alabilmektir. Ümmet bilinci, sadece kürsülerde değil, ticaret ve dış politika defterlerinde de kendini göstermek zorundadır.

Bugün yaşanan çelişki açıktır:

Bir yandan İsrail lanetlenirken, diğer yandan ilişkilerin fiilen sürmesi…

Bir yandan Gazze için gözyaşı dökülürken, diğer yandan enerji ve ticaret dosyalarının masada tutulması…

İşte bu yüzden dış dünya bu söylemleri “retorik” olarak tanımlamakta ve ne acıdır ki bu tanımlamaya güçlü bir itiraz yükselmemektedir. Çünkü herkes şunu bilmektedir: Sözler serttir ama çıkar ilişkileri kesilmemektedir.

Oysa bu toprakların hafızasında bambaşka bir dış politika anlayışı vardır. Necmettin Erbakan, dış politikayı güç dengeleriyle değil, ahlak ve adalet ilkeleriyle tarif etti. “Haklı olan güçlüdür” diyerek İsrail’le ilişkilerde ölçüyü çıkar değil, ümmet bilinci belirledi. Bunun somut karşılığı ise D-8 projesiydi. D-8, Batı merkezli sömürü düzenine karşı Müslüman ülkelerin kendi aralarında adil, onurlu ve eşit bir iş birliği kurma iradesiydi.

Erbakan, “Batı ne der” diye değil, “ümmet ne kazanır” diye düşündü. Denk bütçeyi bunun için yaptı, D-8’i bunun için kurdu, siyonist düzene bunun için açıkça itiraz etti. Bedel ödedi, yalnız bırakıldı ama çizgisini değiştirmedi. Çünkü onun için dış politika bir çıkar oyunu değil, iman ve vicdan meselesiydi.

Sonuç olarak mesele ne bir büyükelçinin ağzından çıkan tek bir cümledir ne de atılan birkaç manşettir. Mesele, bu cümlelerin bu kadar rahat kurulabilmesi ve bu manşetlerin bu kadar sessizce geçiştirilmesidir. Uluslararası siyasette belirleyici olan sözlerin sertliği değil, sözlerin bedelinin ödenip ödenmediğidir. Bedeli olmayan her söylem, eninde sonunda “retorik” diye yaftalanır ve ciddiyetini kaybeder.

Bugün gelinen noktada acı gerçek şudur: Gazze için yükselen sesler enerji masalarında yankı bulmuyorsa; İsrail lanetlenirken ilişkiler fiilen sürüyorsa; ümmet adına konuşulurken çıkar defterleri kapanmıyorsa, burada bir duruş değil, bir çifte standart vardır. Ve bu çifte standart, sadece dışarıdan değil, içeriden de sorgulanmayı hak etmektedir.

Şu soru artık ertelenemez:

Ümmetin acısını manşetlerde tutup masalarda unutan bir çizgi mi sürdürülecek, yoksa Erbakan’ın gösterdiği gibi bedeli ne olursa olsun ahlaklı, tutarlı ve onurlu bir dış politika mı tercih edilecek?

Çünkü tarih şunu defalarca göstermiştir:

Bedel ödemeyen sözler unutulur; bedel ödeyen duruşlar ise yol açar