Son yıllarda Türkiye’de sessizce ama hızla şekillenen bir gerçeklik var: İnsanlar artık gelirleriyle değil, tanımlanan limitleriyle yaşıyor. Maaş bordrosu kadar, hatta ondan çok daha fazla, kredi kartının sağ alt köşesindeki rakam belirliyor hayatın sınırlarını. Cebindeki para değil; sistemin kendisine “kullanabilirsin” diye sunduğu miktar.
Borçlanmak, eskiden istisnaydı; bugün hayatın zorunlu grameri. Eğer bir toplumun büyük kısmı temel ihtiyaçlarını karşılamak için geleceğinden pay çeker hâle geldiyse, orada ekonomik göstergelerin ötesine geçen daha derin bir şey yaşanıyordur: Toplumsal sıkışmanın içsel deneyimi.
Bugün çoğunlukla insanlar limitin genişliğini, hayatın genişliği sanıyor. Oysa gerçek tam da aksini söylüyor. Dijital ödeme yöntemlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, para artık görünmez bir akışa dönüştü. Görünmezlik, harcamayı kolaylaştırıyor; kolaylaşan harcama, borcun psikolojik ağırlığını hafifletiyor gibi duruyor ama yalnızca o an için. Limitlerle yaşamak, insanlara geçici bir esneklik sunuyor; bu esneklik çoğu kez maddi değil, duygusal. Çünkü limit, aslında şunu fısıldıyor: “Henüz kazanmadığın parayla da var olabilirsin.”
Bu fısıltı, özellikle gençlerde güçlü bir karşılık buluyor. Geleceğin ufku daraldıkça, bugün daha parlak görünmek zorunda hissediliyor. Bir anlamda, borçlanmak yalnızca ekonomik bir araç değil, kaybolan umutların geçici ikamesi.
Günümüz Türkiye’sinde hanelerin büyük kısmı, borçlanmayı bir tercih değil, zorunluluk olarak yaşıyor. Bu zorunluluk, bireylerin hayatla kurduğu bağları dönüştürüyor. Borç artık bir zaruret, bir sıkışma ve haliyle bir mecburiyet hali değil, hayatın yük taşıyıcısı konumunda.
Eskiden borç, yol açıcı bir araçtı: Yeni bir ev, yeni bir iş, yeni bir başlangıç… Bugün borç, mevcut hayatın yerinde kalabilmesi için gerekli bir destek iskelesi. İnsanlar yükselmek için değil, düşmemek için borçlanıyor. Eşyaların yenilenmesi değil artık mesele; yaşamın kendisi yenilenmeyen bir faturaya dönmüş durumda. Toplumsal olarak yeni bir denklem oluşuyor: “Borç=hayatta kalma pratiği.” Belki de yoksulluk artık görünmez olsun diye borçlanılıyor. Bir başka kırılgan nokta da şu: Yoksulluğun kendisi değil, görünürlüğü ayıp sayılıyor. İnsanların sosyal çevrelerinden ve sosyal medyadan gelen baskılar, görünür olmanın bedelini artırıyor. “Geri kalmama” zorunluluğu, tüketim davranışlarını duygusal bir çerçeveye taşıyor.
Bugün insanlar çoğu zaman şunun arasında kalıyor: Geçinememe utancı, geri kalma korkusu. Borç, bu iki duygu arasında bir tampon görevi görüyor. O tampon inceldikçe, toplumun sinir uçları daha hassas hâle geliyor. Geleceğe dair sessiz bir kopuş yaşanıyor. Borçluluk sadece cüzdanı eksiltmiyor; geleceği de bulanıklaştırıyor. Geleceğe yatırım yapmayı anlamlı kılan umut, giderek bugünün baskısı altında eziliyor. Bu yüzden genç kuşakta belirgin bir duygu ortaya çıkıyor: “Gelecek artık bir vaat değil, ertelenmiş bir risk.” Bu duygu, psikolojik iyi oluşu sarsıyor. Günün sonunda, rakamsal borç miktarından daha yıpratıcı olan şey, sürekli yetişmeye çalışmanın yarattığı ruhsal yorgunluk.
Toplumsal sıkışmanın görünmeyen sonuçları olarak karşımıza çıkıyor. Borçlanma yalnızca ekonomik bir kırılganlığı değil, duygusal ve ahlaki bir kırılmayı da işaret ediyor. İnsanlar kendi hayatlarına yabancılaşıyor; gelecek tasavvuru yitirildiğinde, toplumsal dayanışma duygusu da inceliyor. Bugünün toplumsal ruh halinin üç temel katmanı belirginleşiyor: Sürekli yetişmeye çalışma hissi. Günlük hayat bir yarışa dönüyor. Görünür kalma baskısı. Maddi imkânlar daraldıkça, görünürlük daha pahalı hale geliyor. Derinleşen duygusal yorgunluk. Borç sadece faiz işletmiyor, aynı zamanda umut eritiyor.
Ekonomiyi yeniden kurmadan toplum onarılamaz. Bu acı gerçekle yüzleşmek gerekiyor. Bu tabloyu tersine çevirmek için yalnızca ekonomik politikalara değil, toplumsal bir yenilenmeye de ihtiyaç var. Borçluluğu kişisel zayıflık olarak görmek yerine, yaşamla kurulan kolektif bir mücadele biçimi olarak anlamak gerekiyor. İnsanların dayanma stratejilerinin ekonomik sistem tarafından sömürülmediği bir düzen kurulmadan, hiçbir siyasi söylem gerçek karşılık bulmayacak. Çünkü mesele kredi kartlarının limiti değil; hayatın sınırlarının daralması. Ve borç, bu daralan hayatın görünmeyen duvarlarını örüyor.
Son söz olarak toplumun büyük bir kesimi artık parasını değil, zamanını borçlanıyor. Bu zaman borçluluğunun uzun vadeli sonucu, yalnızca ekonomik çöküş ihtimali değil; aynı zamanda duygusal ve ahlaki çözülme. Bir ülkenin asıl krizi, insanların her şeyden önce kendi geleceklerine olan inançlarını kaybetmeye başlamasıdır. Bugün Türkiye’nin en büyük borcu, vatandaşlarının umutlarına… Ve o borcu ancak adaletle, eşitlikle ve güvenle ödeyebiliriz. Hoşça bakın zatınıza…