Günümüz dünyasında, ekonomi ve politika üzerinden yapılan tartışmaların ötesinde, insan yaşamını biçimlendiren daha derin bir dönüşüm yaşanıyor. Orta sınıf, tarihsel olarak toplumların istikrarını ve bireylerin özgürlük alanını temsil eden bir kavram olarak düşünüldüğünde, günümüzde onun yok oluşu yalnızca ekonomik bir kayıp değil, kültürel ve psikolojik bir kırılmanın da habercisi. Türkiye’de yoksulluk sınırının 90 bin lira civarında olması ve çoğu meslek grubunun bu sınırın altında yaşaması, orta sınıfın pratik olarak ortadan kalktığını gösteriyor. Bu durum, yalnızca gelir adaletsizliğini değil, aynı zamanda bireyin toplumsal aidiyet ve kendi varoluşuna dair güven duygusunun sarsılmasını da işaret ediyor.
Orta sınıfın yok oluşu, modernitenin bize sunduğu “özgür birey” mitiyle doğrudan çelişiyor. Modern düşüncede birey, kendi yeteneklerini gerçekleştiren, emeğinin karşılığını alabilen ve toplumsal anlamda kendine güvenen bir varlık olarak tanımlanır. Ancak gelir dağılımındaki adaletsizlik ve yoksulluk sınırının sürekli yükselmesi, bireyin kendi emeğini güvenceye alamamasına yol açıyor. Böylece, birey yalnızca ekonomik bir kayıp yaşamıyor; aynı zamanda kendi varoluşuna dair güvenini, geleceğe dair umutlarını ve toplumsal aidiyet duygusunu kaybediyor. Karl Marx’ın yabancılaşma kavramı burada özellikle anlam kazanıyor: Emek, artık bireyin kendisiyle ve üretimle kurduğu doğal ilişkiyi temsil etmiyor; sadece geçim aracına dönüşüyor. Orta sınıfın erimesi, bu yabancılaşmanın toplumsal bir boyuta taşındığını ve geniş kitleleri etkilediğini gösteriyor.
Bu durumun kültürel boyutu da göz ardı edilemez. Orta sınıf, tarihsel olarak kültürel üretimin ve tüketimin öncüsü olmuş, sanat ve düşünceye yatırım yapabilmiş bir katmandı. Orta sınıfın yokluğu, yalnızca ekonomik krizle sınırlı kalmıyor; kültürel üretim ve estetik değerler üzerindeki etkisi de derin. Toplumun geniş kesimleri, kültürel etkinliklere katılmakta zorlanıyor, kitap, sinema, tiyatro gibi alanlardan uzaklaşıyor. Böylece kültür yalnızca bir elitin ayrıcalığı haline geliyor ve toplumsal çeşitlilik kayboluyor. Bu süreç, Michel Foucault’nun iktidar ve bilgi ilişkisi üzerine düşünceleriyle de kesişiyor: Ekonomik güç ve kültürel erişim, bireyin toplumsal konumunu ve öznel deneyimini belirleyen araçlar hâline geliyor. Orta sınıfın yokluğu, yalnızca ekonomik eşitsizliği derinleştirmiyor, aynı zamanda bilgiye ve estetiğe erişimde yeni bir adaletsizliği de yaratıyor.
Orta sınıfın erimesiyle birlikte, bireylerin geleceğe dair beklentileri de radikal bir biçimde değişiyor. Artık birikim yapmak, çocuklarına eğitim sağlamak, ev sahibi olmak gibi hedefler, ulaşılmaz hayaller hâline geliyor. Bu durum, toplumsal güveni ve dayanışmayı zedeliyor. İnsanlar, kendi toplumsal çevrelerine dair güven duygusunu kaybettikçe, yalnızlık ve güvensizlik duyguları ön plana çıkıyor. Alain de Botton’un “Statü Kaygısı” kitabında belirttiği gibi, bireyler yalnızca ekonomik eşitsizlikten değil, aynı zamanda statü kaybı ve toplum içindeki konumlarının belirsizleşmesinden de olumsuz etkileniyor. Orta sınıfın kaybolması, statü kaygısını yalnızca bir elit sorun olmaktan çıkarıp, toplumsal bir kriz hâline getiriyor.
Ekonomik ve kültürel kaybın psikolojik etkileri de göz ardı edilemez. Yoksulluk sınırının altında yaşayan bireyler, yalnızca geçim sıkıntısı çekmekle kalmıyor; aynı zamanda kendilerini toplumdan dışlanmış hissediyor. Bu süreç, modern bireyin en temel özelliği olan özerklik ve kendine güven duygusunu zayıflatıyor. Sosyal psikoloji araştırmaları, ekonomik belirsizliğin ve yoksulluğun, bireylerde depresyon, kaygı ve toplumsal aidiyet eksikliği yarattığını gösteriyor. Böylece ekonomik kriz yalnızca maddi bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal ve psikolojik bir kriz olarak karşımıza çıkıyor.
Bu noktada, devlete ve sosyal politikaların rolüne bakmak gerekiyor. Devlet, tarihsel olarak orta sınıfın oluşumunu ve korunmasını sağlayan bir mekanizma olarak işlev görmüştü. Ancak günümüzde sosyal politikalar, genellikle yoksulluğu sınırlı ölçüde hafifletmeye yönelik, geçici ve fragmentli çözümler sunuyor. Orta sınıfın korunması ve yeniden inşası için gerekli olan yapısal reformlar, ne yazık ki gündemde öncelikli bir mesele değil. Bu durum, toplumsal adaletin sağlanmasını engelleyen bir döngüyü de beraberinde getiriyor: Orta sınıf eriyor, ekonomik eşitsizlik derinleşiyor, kültürel ve psikolojik çöküntü artıyor ve bu süreç yeniden yoksulluğu pekiştiriyor.
Orta sınıfın yok oluşu, aynı zamanda demokrasi ve toplumsal katılım açısından da önemli sonuçlar doğuruyor. Orta sınıf, demokratik süreçlerin sağlıklı işlemesi için gerekli olan bilinçli ve etkili katılımın temelini oluşturur. Orta sınıfın yokluğu, politik temsilin dengesizleşmesine ve demokratik işleyişin zayıflamasına yol açıyor. İnsanlar, kendi yaşam koşullarını iyileştirme imkânlarını kaybettikçe, siyasete olan güvenlerini ve katılım motivasyonlarını yitiriyor. Böylece ekonomik ve sosyal adaletsizlik yalnızca bireysel sorun olmaktan çıkıp, toplumsal kriz hâline geliyor.
Bütün bu süreçleri düşündüğümüzde, orta sınıfın yok oluşu yalnızca ekonomik bir mesele değil; aynı zamanda kültürel, psikolojik ve politik boyutları olan bir toplumsal kırılmayı temsil ediyor. Marx’ın yabancılaşma kavramı, Foucault’nun iktidar-bilgi ilişkisi ve de Botton’un statü kaygısı analizleri, bu kırılmayı anlamak için kritik bir çerçeve sunuyor. Orta sınıfın yeniden inşası, yalnızca ekonomik refahın artırılmasıyla mümkün değil; kültürel erişimin genişletilmesi, psikolojik destek mekanizmalarının güçlendirilmesi ve demokratik katılımın yeniden tesis edilmesi de bu sürecin vazgeçilmez parçaları.
Günümüz toplumları, orta sınıfın kaybıyla birlikte yeni bir tarihsel dönemle karşı karşıya: Yoksulluk, yalnızca maddi bir durum değil, bireyin kendine ve topluma dair güveninin kaybolduğu bir varoluşsal kriz hâline geliyor. Orta sınıfın erimesi, modern bireyin en temel özgürlüklerinden birini, yani kendi emeği ve geleceği üzerinde söz sahibi olma hakkını elinden alıyor. Toplumsal dayanışma ve kültürel üretim zayıflıyor, birey yalnızlaşıyor ve gelecek beklentileri belirsizleşiyor. Bu kırılmayı anlamak ve çözüm yolları geliştirmek, yalnızca ekonomi politikalarının değil, aynı zamanda felsefi, kültürel ve psikolojik perspektiflerin de sorumluluğu olarak karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak, orta sınıfın yok oluşu, modern toplumun hem ekonomik hem kültürel hem de psikolojik dokusunu yeniden sorgulamamızı gerektiriyor. Orta sınıfın kaybı, bireyin kendi varoluşuna dair güvenini zedeleyen, kültürel üretimi sınırlayan ve demokratik süreçleri sarsan çok boyutlu bir krizdir. Bu kriz, yalnızca devlet politikalarıyla değil, toplumun tüm kesimlerinin farkındalığı ve kolektif çabasıyla aşılabilir. Orta sınıfın yeniden inşası, insanın kendine ve topluma dair güveninin yeniden tesis edilmesiyle mümkün olacak, bu da modern dünyada toplumsal dayanışmanın, adaletin ve kültürel üretimin temelini yeniden oluşturacaktır. Hoşça bakın zatınıza…