Çocuklar hâlâ futbolcuların isimlerini bağırarak top oynuyor. Bir farkla… O eski sokaklar yok artık. Güvenli olmayan caddelerin yerini okulların dar beton bahçeleri, sitelerin otoparkları ve bazen ev koridorları aldı. “Biz sokakta oynayan nesildendik” diyen ünlüleri duydukça insan, istemeden soruyor: Ne oldu da sokaklarımız güvensiz hale geldi? Neden kimse kendini emniyet içinde hissetmiyor? Peki, “Bunda benim payım ne kadardır?” diye kimse sormuyor, sormuyoruz.

Geçen gün hastanenin acilinde bir amatör maçtan yara bere içinde gelen çocukları görünce ister istemez kendi çocukluğumu düşündüm. Biz de maçlarda tartışır, ufak tefek sürtüşmeler yaşardık; ama hastanelik olacak bir hoyratlık yoktu. Oyun, oyundu. Bugünse anne babaların çocuklarını bir “kurtuluş yolu” gibi gördükleri futbol okullarına vb. yerlere taşımaları hatta bu kadar kontrollü bir durumda bile bunların yaşanması insanı düşündürüyor. Aslında sokaklarda biz oyun oynuyorduk ve kural basitti, zevk almak ve eğlenmekti. Ancak bugün bu spor okullarında yaşanan rekabet, çocuklardan çok veliler arasında yaşanıyor sanki.

Birkaç hafta önce bir futbol okulunun başka bir okulla yaptığı antrenman maçına göz ucuyla bakayım dedim. Velilerin hırsı, sabırsızlığı, aceleciliği beni ne kadar rahatsız ettiyse, sahadaki çocukları da o kadar baskıladığını gördüm. Herkesin çocuğu Sergen, Messi, Arda… Peki böyle bir atmosferde çocukların oyundan zevk alması, birlikte oynaması, takım ruhunu hissetmesi nasıl mümkün olsun? Toksik ortamın kökleri tam da burada, daha çocuk yaşlarda atılıyor. Mantalitenin bozulduğu yer burası. Cibran, ne güzel de çocukları ifade ediyor: “Çocuklar sizin değil, hayatın kendisinin özlemidir. Onları kendi sevdanızla değil, onların kendi yollarıyla büyütün.”

Efsane futbolcu Metin Kurt, bize şunu hatırlatıyor: “Spor, yalnızca kazanmanın değil; insanın kendini aşma çabasının adıdır.” Böyle olmadığı için biz bugün şaşırıyoruz: “Bu kadar genç nüfustan neden uluslararası başarılı sporcular çıkmıyor?” Olacak şey mi? Önceliğimiz ne? Çocuğa spor aracılığıyla bir yaşam kültürü kazandırmak mı, yoksa popçuluk-topçuluk üzerinden bir piyango bileti çekmek mi? Hafta sonları veliler, ellerinden tuttukları çocuklarla kurs kurs geziniyor. Bu hâl bana Nasreddin Hoca’nın göle maya çalma hikâyesini hatırlatıyor. Bizim sporcu yetiştirme düzenimiz de böyle: Ya tutarsa! Ama genelde tutmuyor.

Böyle olunca ne ebeveynler verim alabiliyor ne çocuklar mutlu ve sağlıklı olabiliyor ne de gerçek anlamda uluslararası sporcular yetişiyor. Ayrıca kursların önemli bir kısmında öncelik maddiyata kayınca sporun ruhu da başka bir köşede öylece kalıyor. Belki de önce ebeveynleri eğitmek lazım. “Sporcu velisi olmak” nedir, nasıl bir sorumluluk ve nasıl bir duruştur, bunu öğretmek gerekiyor. Spor okullarına standartlar, etik ilkeler, doğru bir pedagoji ve psikoloji desteği şart. Aksi hâlde her şey hâlâ şansa, kısmete, bir mucizeye bakıyor.

İşin içinden çıkamayınca da çareyi bir zamanlar sporun ruhunu temsil eden eski ustalara sığınmakta buluyoruz. Sonra bir bakıyoruz, Baba Hakkı’lardan, Metin Oktay’lardan, Lefter’lerden bahsederek, ruh çağırma seanslarına giriyoruz. Nostaljinin dip dalgalarında kendimizi avutuyoruz. Albert Camus’un sporcu geçmişine atıf yaptığı şu cümleleri ne güzeldir: “Ahlâk ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam, onu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.” Oysa biliriz ki her türlü sporda elbette rekabet vardır; fakat ilk rekabet insanın kendisiyle değil midir? Rakipten önce kendi kaba yanlarımızı yenmek, sonrasında azim ve gayretle gelişmek için çabalamaktır. Sporun özü biraz da budur.

Belki de mesele sadece sokakların boşalması değil; sokaktan mahalleye, mahalleden semte uzanan bir bütün olarak zihniyet dönüşümüne ihtiyaç duymamızdır. Bunun için sporu bir kültür olarak hayatın içine yerleştirmek şart. Kapitalin bir parçası hâline geldiği müddetçe pirincin içindeki taşı ayıklamak yerine taşların içinden pirinç bulmaya çalışmaya devam ederiz.

Çocukları “ya tutarsa” mantığıyla bir yerlere savurmak değil; bir fidanı aşılar gibi şefkatle, bilgiyle, emekle, sevgiyle geleceğe hazırlamak gerekiyor. Çünkü spor, en nihayetinde, biraz da bunun için var: insanı olgunlaştırmak, disipline etmek ve hayatı daha anlamlı kılmak için.

Belki de sorunun cevabı çok uzaklarda değil; çocukların elinden oyunu aldığımız yerde başlıyor her şey. Onların koşarak büyüyecekleri alanları daralttıkça, hırslarımızı üzerlerine yükledikçe, sporun iyileştirici ruhunu gölgeledikçe geleceğimizi de daraltıyoruz aslında. Oysa çocuklar güvenli sokaklar, sakin veliler, sağlıklı kulüpler ve doğru rehberlik ister. Onlara bırakacağımız en büyük miras bir madalya değil; temiz bir oyun duygusu, paylaşmayı bilen bir kalp ve hayatla yarışırken kendini kaybetmeyen bir zihniyet olabilir. Spor, ancak böyle bir zeminde büyür. Ve ancak böyle bir zeminde çocuklar gerçekten gelişir, bizler de geleceğe umutla bakabiliriz. Hoşça bakın zatınıza…