Türkiye’nin iktisadi manzarasına baktığımızda, görünürde büyüme rakamları, altyapı yatırımları, enerji projeleri, devasa inşaatlar var. Fakat bütün bu büyüme, üretimden çok transferin eseri. Üretmeyen, planlamayan, yönlendirmeyen ama sürekli dağıtan, borçlanan ve gösteri yapan bir devlet tipiyle karşı karşıyayız. Bu düzen, kalkınma değil; kaynak transferi ile maskelenmiş bir çöküş biçimi.

Türkiye bugün sadece ekonomik bir krizle değil, bir zihniyet kriziyle karşı karşıya. Enflasyon, işsizlik, döviz baskısı veya gelir adaletsizliği, sadece yüzeyde görünen semptomlar. Derinde, uzun yıllardır var olan rant ekonomisi zihniyeti yatıyor. Bu zihniyet, üretim yerine kaynak transferini, liyakat yerine bağlantıları, emeğin değer yerine sermayenin çıkarını önceliklendirir.

Rant ekonomisi, üretim temelli bir kalkınma modelinin zıddıdır. Emek, verimlilik ve yenilik yerine; borç, imtiyaz ve gösteri üzerinden işler. Bu düzenin işleyişi birkaç temel mekanizma üzerine kuruludur:

· Halktan vergi, zam, faiz ve düşük ücret politikalarıyla alınabilecek tüm imkânların azamisinin alınması,

· Kur, faiz oranları ve enflasyon politikalarıyla elde edilen kaynakların rantiye sınıfına aktarılması,

· Kamu kesiminin yüksek faizle borçlanmaya zorlanması,

· Kredilerin üretici kesim yerine sermaye sahiplerine tahsis edilmesi,

· İhale, özelleştirme ve finansman süreçlerinde kamu kaynaklarının özel çıkarlar lehine yönlendirilmesi.

Bu yapının devamlılığı, kamu maliyesinin yapısal olarak açık verilmesine, bu açığın ise yine aynı zümrenin finansal araçlarıyla kapatılmasına dayanır. Böylece halkın vergileri, bir döngü içinde, yeniden rantiye sınıfına akıtılır. Devlet, kendi yurttaşının emeğini finanse etmek yerine, sermayenin konforunu garanti altına alır.

Türkiye’de devletin ekonomik kimliği üretici olmaktan çok, gösteriş üreten bir aracıya dönüşmüş durumda. Kamu yatırımları artık üretim kapasitesi ya da istihdam verimliliğiyle değil, seçime dönük sembolik değeriyle ölçülüyor. Yatırımın değil, imajın ekonomisi bu. Bu gösteriş ekonomisinin finansmanı ise görünmez kaynak transferleriyle sağlanıyor:

· Hazine’nin yüksek faizli borçlanmaları,

· Merkez Bankası’nın özel bankaları fonlaması,

· Repo ve tahvil işlemleri üzerinden kısa vadeli kâr mekanizmaları,

· Kamu kurumlarının gelirlerinin bankalarda düşük faizle tutulması,

· Özelleştirme, kiralama ve ihalelerdeki yolsuzluklar,

· İsraf ve atıl yatırımlar.

Bütün bu kaynak hareketleri, halkın refahını değil, rantiye sınıfının sürekliliğini finanse eder. Devlet, bir “yeniden dağıtım mekanizması” olmaktan çıkar, bir “transfer merkezi” hâline gelir. Üretimden çekilen devlet, kendini finansal aracılıkla var eder. Kamu bütçesi artık yurttaş için değil, sermaye için bir güvenlik zırhıdır.

Toplumsal Sözleşmenin Çözülüşü

Rant ekonomisi, yalnızca mali bir model değil; bir zihniyet biçimidir. Kamusal kaynakların özelleştirilmesiyle başlayan süreç, giderek ortak iyinin tasfiyesine, vatandaşlık bilincinin çözülmesine yol açar. Halk artık devletin öznesi değil, borçlusu konumundadır. Vergi bir ortaklık değil, bir cezaya dönüşür.

Bu zihniyet, üretim yerine spekülasyonu, emek yerine kısa vadeli kazancı, plan yerine şatafatı yüceltir. Ekonomik düzen, etik bir düzen olmaktan çıkar; sadece “kazananlar” ve “seyredenler” arasında bölünmüş bir sahneye dönüşür. Üreticinin yerini müteahhit, zanaatkârın yerini ihaleci, memurun yerini danışman alır.

Bir Zihniyetin Krizi yaşadığımız gerçeğini unuttuğumuz anda çözümden de uzaklaşıyoruz. Onun için sorun ne tek başına ekonomik ne de sosyolojiktir aynı zamanda epistemolojiktir. Rant ekonomisi, bilgiyle değil, çıkarla yönetilen bir ekonomi doğurur. Devletin veriyle değil, “algıyla” hareket ettiği; bütçenin planla değil, “niyet beyanıyla” şekillendiği bir evreye geçilmiştir. Bu yüzden artık “ekonomik büyüme” dahi teknik bir mesele olmaktan çıkıp, siyasal sadakatin ölçüsüne indirgenmiştir.

Oysa hiçbir toplum, üretmeden zenginleşemez. Hiçbir devlet, adaleti ihmal edip meşruiyetini koruyamaz. Ekonomik adalet, toplumsal barışın en temel şartıdır. Fakat bugün Türkiye’de ekonomi, halkın ortak sofrası olmaktan çıkmış, rantiye sınıfının özel ziyafetine dönüşmüştür.

Yeni Bir Ekonomi Anlayışı İçin

Görünen o ki Türkiye’de kriz, rakamların ya da politikaların değil, bir zihniyetin ürünüdür. Rant ekonomisi yalnızca kasaları değil, zihinleri de boşaltmıştır. Sermayenin değil, insanın merkezde olduğu bir ekonomi kurulmadıkça hiçbir reform kalıcı olamayacaktır.

Ekonomiyi yeniden kurmak, sadece faiz oranlarını değil, değerler sistemimizi de değiştirmeyi gerektiriyor. Üretimin, emeğin, adaletin yeniden merkez alınmadığı her ekonomik model, ister neoliberal ister devletçi olsun, aynı sonucu doğuracaktır: Bir avuç insanın zenginliği, bir halkın yoksulluğu pahasına büyüyen bir sessizlik.

Ekonomi sadece rakamlardan ibaret değildir; ahlâk, adalet ve üretim kültürü ile birlikte işler. Kamu kaynakları halk için kullanılmalı, spekülasyon ve rant önlenmeli, üretim ve yenilik teşvik edilmelidir. Toplumsal bilinç, sadece geçmişe nostaljiyle bağlı kalmak yerine, bugünü ve geleceği inşa edecek şekilde aktif hâle getirilmelidir.

Bugün Türkiye’de kriz, rakamlardan değil, zihniyetten kaynaklanıyor. Rant ekonomisi zihniyeti, toplumu üretimden koparmış, devlet mekanizmasını serveti koruyan bir araç hâline getirmiştir. Sermaye değil, insan ve üretim merkeze alınmadıkça, krizlerin tekrarı kaçınılmazdır. Bu nedenle ekonomik reformlar, ahlaki ve toplumsal sorumluluk ile birleşmeden kalıcı olamaz.

Kısacası, Türkiye’nin çıkış yolu, yalnızca faiz oranlarını veya döviz kurlarını düzenlemek değildir. Üretim, adalet ve toplumsal bilinç, rantın gölgesini dağıtacak asıl araçlardır. Aksi takdirde krizler, sadece ekonomik değil, kültürel ve zihinsel bir virüs gibi toplumun damarlarında dolaşmaya devam edecektir. Hoşça bakın zatınıza…