Şehirler bu denli modernleşmeden önce en ziyade hüzün
hastanelerde idi.
Gurbetten gelenler, hastane bahçelerinde banklar üzerinde
geceler ya da acilin önünde yere çömelmiş hasta yakınları kaygıyla bekleşirdi.
Gerçi hâlâ devlet hastanelerinin önünde aynı manzaraları
görmek mümkün.
Fakat özel hastaneler, otel hizmeti verircesine temiz
bakımlı bir ciltle çıkar gibi etrafın paklık ve parlaklığına ayarlı olduğundan,
hastanızın durumu ne kadar ağır olursa olsun sizi konforu ile bir çocuk gibi
kandırmaya uğraşacaktır.
Gayet lüks kafeteryalarında kahveler, sıcak çikolatalar,
salepler gidip gelirken kocaman ekranlar şarkılarla hasta yakınlarının hüznünü
bastırmaya çalışırken, manzaranın ve pembe açmış çiçeklerin, palmiyelerin
çekici bir bahçe mimarisinin el ele vererek acınızı unutturmak istemesine
seyircisinizdir artık.
Bu yüzden belki de bu modern hastanelerde, hastane
önünde incir ağacı gibi bir türkünün çıkması artık tamamen imkânsız olacaktır.
Zira modern öncesi çağın hastaneleri, ölgün ışıkları ve savaş bombardımanı
altındaymışçasına metruk duvarları ile zaten size yoksulluğu ziyadesi ile
yaşatırlardı. Bir de o ağır hastaların ve yakınlarının zamanın makûs talihi
olan fakirliğini ekleyin yanına.
Muhtemelen hastanın, yakınlarının eline bakıp son bir
umutla portakal diye sayıkladığı çok oldu.
Çok kadın eşinin yarım kilo muz ile gelip ya da bir
armudu dilimleyip kendisine yedireceği o mutlu saatleri çok özledi. Hatta
yemeye gücü yetmediği o çok güçsüz anlarında, ağızlarına bir bebek gibi sıkılan
mandalina dilimlerine bakarken, arkası gelir mi diye çok umdu.
Yoksulluğun gözü çıksın diye bir anne çok uğundu,
veremden kan kusan delikanlısına, zengin hastalığı deyip et ya da bal
yediremediği için.
Bugün o modern hastanelerde tek değişmeyen ölümün rolü.
Yoğun bakım önünde bekleşenlerin akıllarını baştan alan komut:
-Boşaltın burayı, lütfen alanı boşaltın, asansörü işgal
etmeyin.
Herkes anlar doktorların bu son telaşını. Hasta morga
indirilecektir. Moraller bozulur, ya kendilerinin hastası da benzer bir yazgı
ile karşılaşırlarsa. Ya onlar için de aynı komut verilirse.
Bekleme salonunun konforlu koltuklarına kurulsa da hasta
yakınları, kalplerindeki kanayan kıymıktan kurtulmak ne mümkün belki ağızlarını
gömüyorlardır şişman bir kekin unlarına belki şekerli bir turtayı adeta
acılarını bastırmak için boğazlarından aşağı uçurumdan paraşütle atlayanlar
gibi itmektedirler ama o beklemenin dehşeti, titreyişleri. Annesi ya da babası
hakkında bilgilendirme alan ellilik çocuklardaki tasa.
Ya, Değerler iyice saptı artık makineyi fişten çekmek
üzereyiz derlerse.
Direnmiyor, geriye dönüş başladı derlerse.
Kritik eşikten bir türlü atlayamadı, hayatı tercih
etmedi derlerse.
Yok, bugün gözünü hiç açmadı, hiç etrafa bakmadı
sohbetleri geçmekte etrafta. Bizimkinin boğazına delik açacaklar belki o zaman
15 gündür ağzında olan solunum cihazından kurtulabilir.
Gözlerde kurumuş yaşlar, yüzlerde kasımın iyice
derinleştirdiği çizgiler.
Ne kadar konfor konturları kalınlaştırılsa da; ne
hastalık acısını azaltmakta, ne hasta yakınları hüzünlerinde eksilme
yaşamaktalar. Aynı tas aynı hamam, hastaneler eskisi ile.
Kayınvalidesine bakan gelinler, diyalize giren
görümcesine refakat eden ağabey eşleri, ninelerini yalnız bırakmayan torunlar,
babalarının başından yirmi gündür ayrılmayan kızlar.
İstediği kadar dişleri ile çikolatalı gofretleri ezsin
hasta yakınları, ağızlarda kalan tat buruk. Üstelik hastane önünde incir
ağacı türküsü kadar yanık, etrafın yüreğe saplanan hüzün örgülü dikenli
telleri.