Önceki yazılarla birlikte okunmasını tavsiye ederek kaldığımız yerden devam edelim…
Konu ile ilgili önceki yazı şu cümlelerle sona eriyordu: “Evet, dünya İslâm’a gebe ama Müslümanlar nerede?/ İnsanlığın geleceği, İslâmî bir gelecek olacak. / Nasıl mı? Yarınki yazıda tartışalım bunu enine boyuna… Vesselâm.” Ve işte o yazı yani “Dünya, İslâm’a gebe ama Müslümanlar nerede? (2)” başlıklı ve
26 Aralık 2022 tarihli ikinci yazı…
“Hakikat şu: İnsanın Yaratıcı’yla, tabiatla ilişkisini sağlam kuran, farklı medeniyetlere hayat hakkı tanıyan, yeryüzünde adalet, merhamet ve hukuk medeniyetini inşa eden İslâm’a insanlığın her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde İslâm, insanlığın geleceği olmaktan uzaklaştırılıyor… Bunun için çok büyük savaş veriliyor, hem küresel sistemin sahipleri hem de “Müslümanlar” tarafından.
İSLÂM’IN ARTAN CÂZİBESİ BATILILARI KORKUTTU!
20. yüzyılın başında Osmanlı durdurulunca, her şeyin bittiğine hükmetti Batılılar: Önlerindeki engelin kaldırıldığına. Yüzyılın sonuna yaklaşılırken, hiçbir şeyin bitmediği fark edildi; İslâm’ın İslâm dünyasındaki yegâne siyasî, kültürel ve entelektüel güç katına yükseldiği anlaşılınca küresel sistemin lordları, Soğuk Savaş’ın derhal bitirilmesine karar verdiler.
Sonrası malum: Küresel sistem, İslâm’ı terörle özdeşleştirerek hem İslâm’ın Batı’da ve dünyada artan cazibesini durdurmayı hem de İslâm dünyasındaki Müslüman halkları İslâm’dan uzaklaştırmayı hedefledi.
İslâm, Batı’da, özellikle de elit, okumuş-yazmış kesimler arasında hızla yayılıyordu. Bendeniz o yıllarda Londra’da yaşadığım için bu ilgiye bizzat tanık oldum.
İslâm, çok büyük câzibe merkeziydi.
Buna mukabil Batı’da Hıristiyanlık neredeyse bitmişti. Kiliseler terk edilmiş, önce sinema, tiyatro, sergi salonu filan yapılıyor, sonra da camiye dönüştürülüyordu: Batı’da Hıristiyanlığın cenazesi kaldırılıyordu ama cenaze “musalla taşına” konuyordu ironik bir şekilde! Öte yandan İslâm’ın Müslüman toplumlarda da yeniden dirildiği, Müslüman toplumları yeniden ayağa kaldıracak, tarihe girdirecek güçlü bir medeniyet sıçramasının kültürel, entelektüel ve sosyal kaynağı hâline geldiği gözleniyordu.
Birinci eğilim, Hıristiyanlığın hayattan çekildiği Batı toplumlarının zamanla hızla Müslümanlaşmasına yol açabileceği korkusunu güçlendiriyordu.
İkinci eğilimse, Müslümanların tarihten çekilmediği, aksine yeri ve zamanı geldiğinde yeniden toparlanarak ayağa kalkabilecekleri ve tarihî yürüyüşlerini taze bir ruhla ve dinamizmle sürdürebilecekleri gerçeğini gözler önüne seriyordu.
İki eğilim de tehlikeliydi Batılılar açısından: Birinci eğilim, yani Batı toplumlarının hızla Müslümanlaşması, Batı toplumlarının içeriden çökmesi tehlikesi barındırıyordu.
İkinci eğilim yani Müslümanların kendi kaderlerini kendi ellerine almaya başlamaları ve taze bir ruhla diriltici bir medeniyet yürüyüşüne soyunmaları, Batılıların dünya üzerindeki hegemonyalarını tehdit etme potansiyeli taşıyordu.
İSLÂM’LA POSTMODERN YÖNTEMLERLE SAVAŞ…
Batılı emperyalistler bu iki eğilimin de küresel sistemi tehdit ettiğine hükmettiler. Başta dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas olmak üzere, “İslâm’ın küresel sistemin önündeki en büyük tehdit” olduğunu ilan ettiler açık açık. Sonra da İslâm’ın hem Batı toplumlarındaki hem de Müslüman toplumlardaki yürüyüşünü durdurmak için İslâm’la postmodern savaş yöntemleri geliştirdiler.
Bu postmodern savaş yöntemlerinden biri, Türkiye’deki 28 Şubat postmodern darbesi oldu: Toplumu her tür parçalanmaya karşı dimdik ayakta tutacak ve bütünleştirecek yegâne sığınak, kaynak olan İslâmî kimlik ve duyarlıklar şeytanlaştırıldı, laik kimlik öne çıkarıldı, ülkenin etnik kimlikler üzerinden parçalanmasının önü açıldı! Ülkenin beyin özürlü ya da bir kısmı hain millete darbe yapan NATO uşağı laik generalleri tarafından!”
(Devamı var…)