Eminönü’ndeki son kültür kalelerinden Yazarlar Birliği bu yılın “Edebiyat Mevsimi”ni “Edebiyat ve Darbeler” başlığı altında sundu meraklılarına, öğrenerek yaşamak isteyenlere ve tarihin tanıkları sınıfına katılan insanlarımıza...

Başkan Mahmut Bıyıklı davet etti, icabet ettim. Son günün, son oturumunun, son konuşmacısı olarak... Bilirim zordur, bir haftaya yayılmış, çok hatipli programları saatlere bağlı kılmak. Bizden sonra şiir okumak isteyen şairlerin ve ödül töreni heyecanlılarının oturum yöneticimiz Demirhan Kadıoğlu’na aceleci bakışlarını da görüyorsanız, geç başlamış programın son hitapçısına da kısa kesmek düşmez mi? Üstelik karşınıza, siz mikrofonu elinize aldığınızda bir milletvekili gelip oturmuşsa... Ve ona hoşgeldin deme sırasına girmişse insanlarımız...

Spor Sergi’deki MTTB gecelerinden birinden bahsetmezsem darılırsınız bana. Elinde sazı, programın başından beri kendi sırasını bekleyen rahmetli Çobanoğlu’nda idi gözüm. Mikrofonun karşısına geçecek son kişi olarak onun adı yazılmıştı. O bunu biliyordu ve sabırla bakıyordu, dakikalarını çoğaltanlara...

Adı anons edildiğinde saatler gece yarısına geliyordu. İnsanların aceleyle duraklara ulaştığında dahi son İETT otobüslerini kaçırmış olacakları vakitlerdi. Spor Sergi’nin tribünleri boşalırken, ayakkabı patırtılarının arasından duyurmaya çalıştı sesini rahmetli Çobanoğlu: “Sona kalan dona kalır, demişler.”

Birazcık kalan insanlara söyledi türkülerini ve biz de ellerimizi acıtana kadar alkışladık onu. Ciddiyetinden ve repertuarından tavizsizdi. Bugün Çobanoğlu’muz yok.

Bir mukayese için anlatmadım; bunu sizler de biliyorsunuz. Söylemek istediğim başka. Hemen, birden yazılmıyor işte. Sahneden inip oturduğumda, yan koltukdaki milletvekiliyle selamlaştık sadece. O, elindeki program broşürünü inceliyordu.

Söyleyeceklerinin en çoğu içinde kalmış biri olarak dinlerken şairlerimizi, güzel bir kaç mısra yakalamak istedim ama, olmadı. Fakat hemen sonra, ödül töreni dolayısıyla konuşturulan milletvekilini nedense iyi duydum, yahut iyi dinlemiş olmalıyım. Halbuki onu yazmak gibi bir düşüncem yoktu. Belki anlattıkları yazdırıyor bana... Yemekte yine yan yana olsak ve birbirimizin ilgisini çekmesek de... Sorulan soruları cevapladı, biz hiç konuşmadık.

15 Temmuz gecesinde yaşadıklarını aktardı bize Yazarlar Birliği’ndeki konuşmasında milletvekili Ahmet Gündoğdu bey. O da beklemiyormuşki, telefonla uyarılınca bir yakını tarafından, işin ciddiyetine inanmış ve Meclis’e, görevinin başına dönmüş. Meclis güvenlikcilerinin itirazları kısmı teferruat. Meclis Başkanı ile yaptığı son konuşma ise çok ilginç. “Burada 17 kişiyiz ve oturumu başlatıyoruz.” 17 Kahraman milletvekili ve sonra diğer partilerden de gelenler...

İşte burada benim aklıma şu soru geldi. Cevabı önemli olmasına rağmen, sorulmayacak sorular sınıfında tasnif etmiştim: Diğerleri nerede? Üçyüzden fazla bir rakamla ifade edilen milletvekilleri neden orda yoktular?

Milletvekili Ahmet Gündoğdu’dan mı isteyecektik hesabı. Hele Muzaffer Doğan başkanımın, Memur-Sen günlerinden tanıdığı ve mesai yaptığı bir arkadaşına muhabbetini  ve yüzüne yansıttığı gülümsemelerle sohbeti açmaya çalışmasını da farkediyorsanız.

Bütün bunları niye yazdım, açıklayayım. Bir kulis yazısı örneği olsun istediğimden.

Meclis’imizin 80 ihtilali öncesi günlerinde kulis yazıları yazan çok gazeteci vardı. Biz onlardan okurduk, hangi milletvekilinin nerede olduğunu ve nerede ne yaptığını. Transfer pazarlığına kadar... Davetlerde ve kültür programlarında da kimlerin ne konuştuğunu, neler anlattıklarını Kulis yazılarından öğrenirdik... Öylesini bir deneyeyim dedim.

Geçtiğimiz 10 Kasım’da, ölüm yıldönümü dolayısıyla yapılan programlarda, konuşmacıların kendilerini anlatmaktan fırsat bulduklarında anmaya çalıştıkları Osman Yüksel ağabeyimizden dinlediğimiz kravat hikayesini, bakın kulisci Şemsi Belli nasıl yazmış o günlerde.

“Bütün yaşantısı boyunca kravat takmamakta ısrar eden eski ‘Serdengeçti’, yeni Antalya Milletvekili Osman Yüksel, hâlâ eski direnişinde berdevam. Üst düğmesi açık gömleğinin üzerine kapalı boyunlu bir süveter geçirmiş, öylece dolaşıyor. İlk günlerde Osman Yüksel’i kapıda polisler çevirmişler:

– Meclis’e kravatsız giremezsiniz! demişler. Gidip kravat takın gelin de hangi mebusla görüşmek istiyorsanız adınızı müracaata yazdırın!..

Yüksel yine direnmiş:

– Yahu ben milletvekiliyim!.. İşte kartım!.. Kravat takmak âdetim değildir! demiş.

Ve... Kravatsız yakasını güçlükle polislerin dilinden kurtarmış.”

Böyle kulis yazılarından haberlenenlerin sorularını cevaplarken anlatılması ile, ben milletvekili iken deyip anlatılmasının farkını bir düşünün, bu kravat hikayesini önemseyerek.

Osman Yüksel ağabeyin, kulis yazılarında bahsedileyim niyeti yoktu, bu bilinendir. Lakin mücadelesinin orijinalliği onu kulis yazılarında konu ettiriyordu. Peki şimdi nerde Osman Yüksel’den sonra ve 15 Temmuz’da kravatsız, ceketsiz genel kurula katılan kahraman milletvekillerini yazacak kulis yazarları? Kabahatlisi biz olmayalım yani.

Şemsi Belli dedik. Ondan aktaracağımız bir kulis yazısıyla milletvekili-gazeteci ilişkisi daha bir belli olsun.

“Oturuma ara verilmişti. Basın koridorundaki kauçuk koltuklara yaslanmış, çaylarımızı yudumluyorduk. Tuvaletten çıkan arkadaşlardan biri elinde basılı bir kâğıt parçasını etrafındakilere göstererek söyleniyordu:

– Bu önergeleri, bu tasarıları kim atmış tuvalete yahu? Yok mu bir fotoğrafçı, şunların resmini çekecek?

Beri tarafta bir başkası yeni evli bir basın mensubuna şu şiiri mırıldanıyordu:

Karın güzel,

Ne işin var düğün evinde?

Düğün senin evinde!

Gir eğlen,

Çık eğlen...

Karın çirkin,

Ne işin var ölü evinde?

Ölü senin evinde!

Gir ağla,

Çık ağla!..

Şiiri dinleyen gazeteci, Meclis’in saat 19’da başlayacak oturumunu izlemeye lüzum görmeden vestiyerden paltosunu aldığı gibi minik arabasına atladı... Ve –zannederim– evinin yolunu tuttu!..” (Bu kulis yazısıyla bozulmak istenenin ne olduğu ayrı bir yazı konusudur. Şiire ise ben katılmam)

KADINLAR, BİZİM KADINLARIMIZDIR

İnternet ekranıma bu resim düştüğünde dondum kaldım. Birbirine yakın yaşlardaki çocuklarımı büyüten ve onlara resimdeki kadın gibi ana olan biridir benim Köroğlu’m da . Fakat burda duramadım. Analı olduğum çocukluk günlerimde buldum kendimi.

Ortaokul sıralarında okumuştum o hikayeyi. Rumeli’den, köyünden kaçmak durumunda kalan üç çocuklu bir kadının İstanbul’da sonlanan hikayesiydi, resmi görünce hatırladığım. Sevinmemin sebebi ise, o hikayeyi okuduğumuz ortaokul sıralarında içimize düşürülen ateşin bu resmi görünce tekrar alazlanmasıydı. Bunu bir daha yanarak hissettim.

Hemen büyük oğlumu ve büyük kızımı aradım. Edebiyat öğretmeniydiler. Yazarını Halid Ziya diye ancak hatırlayabildiğim o hikayeyi sordum. Geri döndüklerinde Osman’ım Refik Halid dedi, Gözyaşı dedi. Ayşenur’um ise Erzurum’dan yayılan ve içinde “Şol Revan’da balam kaldı” mısraının geçtiği türküyü hatırlattı. Halid’leri karıştırmam, bilmem yaşımdan mıdır?

“Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki: Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen? Erfiçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralar düştüm.”

Refik Halid’in “Gözyaşı” hikayesi böyle başlıyordu. Anadolu’ya yolculuk bir at üstünde başlıyordu.

“Dul Ayşe hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda...”

Yüzyıl öncesinin Rumelili Ayşe’si, üç çocuğuyla ve yalın ayağıyla Suriyeli bir Kadın olarak bugün karşımızda... Umulur ki bize ulaşır.

İki yavrusunun cesetlerini yolda bırakan Rumelili Ayşe, tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya vardığında...

“Kalk Ali, diyor, Kalk Ali. Ali kalkamıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor.”

Bugün Suriyeli kadınlarımızın aynen yaşadığı bu hikayenin acısını en iyi bilecekler Rumelili kadınlarımızdır, kızlarımızdır.

“Hizmetçi donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:

– Bey, dedi, işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden gözlerimden yaş gelmiyor.”

Refik Halid’in böyle biten “Gözyaşı” hikayesini bulun okuyun. Şol Revan’da balaları kalan annelerin acısını paylaşmaya şiddetle ihtiyacımızın olduğu günleri yaşıyoruz. Kendimizi insan sınıfında tanımlatmak istiyorsak eğer.

Dün Rumeli idi, bugün Suriye...

TETİKÇİLER  YILMAZ

“Erbakan dahil, FETÖ’nün kandırmadığı kimse yok...”

28 Şubat hazırlayıcılarından ve ünlülerinden Şevki Yılmaz nam şahsın ağzından yayılmış bu cümle internet medyasında.

İlk kelimesiyle tepki çekmesini sonraya bırakarak, ikinci kısmıyla ilgilenelim.

“FETÖ’nün kandırmadığı kimse yok.”

Kim böyle bir iddiada bulunabilir? İki kısım insan. Ya ömrünü FETÖ’yü anlamaya ve çözmeye adamış bir araştırmacı, analizci uzman olacak... Ki geriden geleceğinden, kaçırdıkları ve tespit edemedikleri de çok olacaktır.

Ya da FETÖ’ye nefesi kadar yakın birinin itirafları sayılmalıdır bu cümle. Şevki Yılmaz nam şahsın bu tanıma uygunluğu ise tartışılmaz.

İktidara yakın kalemler, 2012 yılının 7 Şubat’ında MİT’e kirli ve haince bir saldırıyı her fırsatta yazıp dururlarken, bugün FETÖ mankeni sıfatıyla sayfamıza aldığımız Şevki Yılmaz, FETÖ tetikçisi olduğunun açığa çıkmasını göze alarak şunları yazmıştı 11 Nisan 2013 tarihinde?

“Fetullah Gülen Hocamız neden taşlanıyor? Şehidlerin kanlarından üstün olan kalemleriyle ve sohbetleriyle hep insanlığa nur ve ışık olacaklar.”

Maksadı ne olabilirdi? Biraz olsun iade-i itibar FETÖ’ye. Zira hem yazdığı gazetenin iktidara çok yakın duran gazetelerden olması, hem de her seçim öncesi iktidar adına FETÖ gibi ağlama rolleri, o maksadın avantajlarından idi.

Önce bir suçlama... Ardından da ululama(!) İktidar kalemcilerine, köşecilerine hizaya girin çağrısı da cabadan.

Kandıramadığı..

Kimse yok.

İktidar cephesi kalemşorlarında da itiraz yok. Gerçi bugün dahi şikayetleri söz konusu değil, iktidardan ne istemişse almış o şahıs için...

Milli Görüş insanlarının ise, rahatsızlıkları onu ilk bildikleri günlerden beri var. Sosyal medyaya bir tanıklığını şöyle yazmış Ömer Yaşar.

“1995 yılı mart ayı... Belediyeler bayramı adı altında Ankara Anka tesislerinde düzenlenen etkinliklerde öğlen civarı dört yüze yakın Refahlı Belediye başkanlari, Büyükşehir Belediye Başkanları, Belediye Meclis Üyeleri, İl Genel Meclis Üyeleri, Refahlı Milletvekilleri, ve seyirciler var. Erbakan kürsüye geldi , arkasında Koruması Abdurrahman Akyüz ve Ömer Gefo var. Hocamızın tam karşısında Tayyip Erdoğan, Melik Gökçek ve Konya Belediye Başkanı ve Rize Belediye Başkanı Şevki Yılmaz oturuyor... Erbakan Hoca bu defa bilinenin dışında bir konuşma yaptı. Türkiye halkının, kendilerine dört yüz belediye başkanlığı , ona yakın Büyükşehir Belediye Başkanlığı verdiğini , bundan sonra Türkiyenin yönetiminin Milli görüşe geçeceğini , bunun engellenemeyeceğini bellirttikten sonra gereksiz konuşmalardan , uçuk beyanlardan, uzun uzun konuşmak hastalığından vazgeçmek gerektiğini söyleyerek hem dikkatle Şevki Yılmaza baktı, hem de parmağını sürekli onun yüzüne salladı . Erbakan Hocanın Şevki Yılmaza baktığını anlayan bir çok kişide iki de bir dönerek,

Şevki Yılmaza dikkat ettiler . 

O gün bugün bunu hiç unutmadım . 

Şevki Yılmaz 

şimdi Erbakana karşılık veriyor ...

ÖMER GEFO KIZGIN..”

İddiasına dönersek, Şevki Yılmaz nam şahsın...

Taşlanan biri var, taşlayanlar var.

Taşlama sebebini sormuş mu, araştırmış mı? Taşlayanların hangi eğitim ve kalitede insanlar olduklarını anlamış mı? Bilmemesi yetersizliğinden mi, yoksa FETÖ tetikçisi olarak ta baştan beri yetiştirildiğinden mi kaynaklıdır?

Muhal farz, Şevki Yılmaz’ın şehit kanı, kalem, nur ve ışık kelimelerinin manasını bildiğini var sayalım. Taşlandığını gördüğü biri için doğrudan ve ilk kullanılacak savunma kelimeleri bunlar olabilir mi? 

Bu suçu işlemesi, kandırıldığından mı yoksa bağlılığından mı sorusunu getiriyorsa insanımızın aklına, yine de hayıflanmalıyız. Zira ikinci şık adı ile özdeşleşmeliydi o şahsın.

“FETÖ’nün kandırmadığı kimse yok.”

Beni ve iktidardakileri hep kandırdı diyor ama, bir şey daha demiş oluyor, ya da insanların şuuraltına bir işleme yapıyor.

Bu kadar kandırma gücü olan FETÖ, bir dahidir, bir akıllar üstüdür, bir ilmine erişilmezdir, geçmişi geleceği ve ne haltlar ettiğimizi bilen biridir. (Buna benzer satırları cemaatleri yazan ve iyi para kazanan solcu yazarlarımız çok döktürmüştü köşelerinde.)

Kandırıldım, kandırıldık diyenlerin ve kandırıldıklarından dolayı ne istemişlerse verenlerin hepsinin üstünü örtmenin itirafını çözelim şimdi.

Erbakan dahil...

Kandırılamayacak yegane insan o idi ama...

İltifat eder gibi yaparak iftira etmenin örneğini veriyor Şevki Yılmaz nam şahıs. FETÖ’yü ululamaya da çalışıyor (sümme hâşâ na mütenahi) utanmadan, sıkılmadan, korkmadan...

Bir FETÖ yetiştirmesi Türkçeyi böyle kullandı işte. Haberiniz olsun!