‘70’li yılların sonlarında Sakarya Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ndeki derslere, uzmanlıkları nedeniyle başka öğretim kurumlarından hocalar geliyorlardı. Ankara Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nden bir hoca, mühendislikle ilgili hukuk dersine giriyordu. Elazığ’ın tanınan bir ailesine mensuptu ve nazik, aynı zamanda hoşsohbet bir kişiydi. O sırada hukuk asistanlığı görevi nedeniyle, bir süreliğine de olsa, belirli düzeyde bir ilişki kurulmuştu. Akademi Başkanlığı’na Doğu Anadolu’nun bir şehrinden olan bir hoca atanmıştı ve karar ve uygulamaları, akademik ve idari görevlilerce biraz hoşnutsuzlukla karşılanıyordu. Hukukçular arasında yaygın bir söylem olan imalı, karineli ifade tarzıyla bir hikâye ya da halk arasında tanınan şekliyle bir “mesel” anlatmıştı. Anadolu’da, özellikle komşu olan şehirlerin birbirlerini mizah üslubuyla nitelendirmeleri hoş karşılanır. Akademi Başkanı’nın doğduğu şehrin bir özelliğini belirtmek için şöyle bir hikâye anlatmıştı hoca. Elbette, birtakım niteliklerin belirgin özelliklerle gözlenmesi, o şehrin bütününe atfedilemez, kaldı ki, böyle bir durum insan ve toplum olgularıyla da uyuşturulamaz.

Görev yaptığı söz konusu şehirden İstanbul’a atanan bir hâkim, ev eşyalarını taşımak üzere taşıma işi yapan biriyle anlaşırlar. Bu arada tanıdıkları ve dostları, hâkimi uyarma gereği duyarlar. Yolculuk boyunca taşıyıcının istek, karar ve tercihlerine karışmamasını özellikle vurgularlar. Bununla birlikte, yol güzergâhının belli bir noktadan sonra deniz kıyısını izlemesinin daha rahat ve kolay olabileceğini söylerse de hâkim, taşıyıcı kabul etmeyerek sarp dağ yollarını tercih eder. Hâkim, yolculuk boyunca hiçbir istekte, itirazda, yakınmada bulunmayarak, nihayet Sultanahmet’e ulaşırlar, denkler çözülür, eşyalar eve taşınır ve bedelin ödenmesine sıra gelir. Taşıyıcı, bedelin madeni para olarak ödenmesini, son istek olarak açıklar. Hâkim, bulup buluşturup madeni para olarak bedeli taşıyıcının avucuna bırakır. Ancak taşıyıcı, avucundaki paraları, yokuş aşağı savurur ve paralar denize düşerler. Hâkim, sormaya fırsat bulamadan, taşıyıcı nedenini açıklar: Ne istedimse, ne yaptımsa, ne karar verdimse, yakınmadan, itiraz etmeden uydun.

Ankara’da öğrencilik yıllarında tanıştığımız, daha sonra Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış, Milletvekili seçilmiş ve rahmetli olmuş biri, ortaokul-lise yıllarındaki bir hatırasını anlatmıştı. Anlattığına göre, birkaç arkadaşıyla sokağa, caddeye çıktıklarında, bir bahane bularak maraza çıkartmaktan, kavga etmekten ayrı bir zevk alırlarmış. Bir gün, Kız Enstitüsü’nün yanındaki caddenin kaldırımında arkadaşlarıyla yürürlerken, karşı kaldırımda gidenlere sataşma isteği uyanır içlerinde. Gerekçe olarak da, “Siz, bize niçin yan baktınız!” olur. Karşı kaldırımda yürüyenler, bakmadıklarını, böyle bir niyet ve davranışta bulunmadıklarını söyleseler de, sonuçta kavga çıkmasına engel olamazlar. Üstelik güzel bir kavga yaptıklarını ve onları kıvıra-çevire dövdüklerini, zevk içinde anlatmıştı adı anılan kişi. Oldum olası kavgadan, dövüşten uzak durduğum ve yapmadığım için, bu anlatılana bir anlam verememiştim ve içim daralmıştı.

Bu benzer, sayısız, çeşitli biçimlerde olaylar yaşanması hayatın bir gereğidir ve insan denilen varlık bütün bu olumlu, olumsuz yönleriyle bir varlıktır. Onun için din, ahlâk, hukuk, gelenek, aile, topluluk, toplum, millet, devlet gibi kurallar ve kurumlar, insanın hayatını, mümkün olduğu ölçüde, hakikate, hakka, doğruluğa, iyiye, iyiliğe, güzele ve güzelliğe göre, düzenleyip yaşamasına yardımcı olurlar, olması gerekir ve beklenir. Fakat yukarıdaki örnekte anlatıldığı üzere, durduk yerde sorun çıkartmaktan, basit olay ve olguları birer niza, dava, tartışma konusuna çevirmekten zevk alan varsa, insan da, toplum da, yönetim ve devlet de, kurum ve kurallar da, işlevsiz, yararsız, görünüşte var, ama gerçekte yok hükmünde kalırlar.