Hayat olarak tanımlanan süreç içinde her insanın, her bireyin, her kişiliğin kendine özgü arzuları, hayalleri, umutları, beklentileri, zevkleri, mutlulukları vardır. Bunları kimileri açıkça, sıkça ve ısrarla dile getirirken, kimileriyse böyle yapmadan kendi içlerinde, zihinlerinde barındırıp korurlar. Her nasıl olursa olsun, insan, bilincinde olsun veya olamasın, bütün bunlar sayesinde yaşadıklarına kendince bir anlam yükler ve ona göre hareket etmeye çaba gösterir.

Doğal olarak, söz konusu durumlar, bir yanıyla tasavvur veya tasarım olarak, öbür yanıyla gerçeklik şeklinde nitelendirilebilir. Bunlar arasında gerekli, anlamlı, yerine göre zorunlu bir ilişki ve denge kurulması kaçınılmazdır. Eğer kurulan ilişki ve denge birbirini tamamlamıyorsa, bir bakıma kendi içinde bir uyum sağlayamıyorsa, hayatın akışı da olması gereken anlamdan ayrı düşebilir, hatta çelişebilir ve çatışabilir. O takdirde hayat, sadece anlamsız bir tasarım ve gerçeklik olarak kalmaz, üstelik o insan için çekilmez ve taşınamaz bir yüke, anlama ve değere dönüşür. Bu durumda, sadece hayat değil, o hayatın öznesi konumunda olan insan, kendi varlığı konusunda da kuşkudan yadsımaya kadar uzanabilecek bir süreçle karşı karşıya kalabilir. Shakespeare’in başta Hamlet, Macbeth (çev. Sabahattin Eyuboğlu, Remzi Kitabevi, İstanbul 1974, 1967) gibi eserlerinde sorguladığı, insanın var olma ve olmama sorunu hayatın merkezine gelip yerleşir. Benzer bir anlatımı Necip Fazıl “Bir Adam Yaratmak”ın (Tiyatro Eserleri, C. 1, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1976) Hüsrev’iyle dile getirir. Elbette sanat ve edebiyat alanında daha birçok eserde insanın hayatı bağlamında benzer sayısız anlatım örnekleriyle karşılaşılmaktadır.

Bir bakıma insan denilen varlık, yaptıkları ve yapılmasını istedikleriyle anlaşılabilecek, kavranabilecek, açıklanabilecek, irdelenebilecek, yorumlanabilecek ve değerlendirilebilecek bir özne, yerine göre bir sorundur. Ama onun bir sorun olarak ortaya çıkması, bütünüyle göz ardı edilmesini, yoksanmasını gerektirmemektedir. Aksine onun olumlu ve olumsuz yönleriyle gereği gibi ele alınması kaçınılmazdır.

Sözgelimi, insan denilen varlığın en başat ve belirgin niteliğinin “bencil” olduğu, gündelik gözlemlerden başlayarak, sanatta, edebiyatta, düşüncede, felsefede, ilgili çeşitli bilimlerde kuramsal düzeylerde de ortaya konulmaya çalışılmış, tartışılmıştır ve hâlâ bu tür çalışmalar, incelemeler yeni bilgiler ve veriler olarak ortaya konulmaktadır.

Öte yandan insan, sadece yaptıklarıyla değil yapması gerektiğiyle ele alınması, düşünülmesi gereken bir varlık. Yapılması gerekenler denildiğinde, öncelikle insanın kendi varlığı, arzuları, tutkuları, özlemleri, beklentileri, umutları, mutlulukları, kısaca çıkarları söz konusu olabilmektedir. İşte insan olabilme süreci, kendisi için olumlu nitelik gösterenlerin yanında, diğer bir insanın da bu niteliklere sahip olduğunun bilincine varması, varlığının ve hayatının bir diğer yanı olarak kendini göstermektedir. Kısaca, insan, kendine yapılmasını istediğini, bir diğer insana yapılmasını isteyip istememe karşısında ortaya koyacağı davranışta, tutumda anlam ve değer kazanacaktır. Bu aynı zamanda, ahlâkın gereği olan erdeme sahip olup olmama sorunudur.