Filistin ve onun bir bakıma somut imgesi haline gelen Gazze sorununa bağlı İsrail yönetiminin vahşeti, güya barış niyeti nitelemesiyle zoraki bir iyimserliği çağrıştırır gibi olmuştu. Geçen haftaki “Barış Parodisi” yazısında bunun dünya kamuoyunun giderek yaygınlaşan ve yoğunlaşan tepkilerinin yavaşlatılmasına yönelik olabileceğine dikkat çekilmişti. Bir anlamda, “Büyük Şeytan” ve yandaşları olmaya dünden hazır ve varlıkları buna bağlı olan birtakım Müslüman ülke yöneticilerinin konumları da böylece belirlenmiş oluyordu. Daha önceleri konuya ilişkin bir yazıyı aydınlatıcı olabileceği için aşağıya alıyorum.

“Büyük Şeytan” deyimini yıllar önce Humeyni kullanmıştı ve doğrudan yönetim ve uygulama biçimi olarak bu ABD’yi işaret ediyordu. Deyimin ifade edildiği süreçte İran ile ABD yönetimi arasında şiddetli bir çekişme ve gerginlik söz konusuydu. Bundan dolayı deyimin ya da tanımlamanın gerçek olaylara ve durumlara uygun olup olmadığı üzerinde fazla durulmadığı, salt ideolojik bir söylem şeklinde karşılandığı söylenebilir. Ayrıca Humeyni’nin dini kimliği ve konumu, tanımın ve nitelendirmenin farklı yönlerden irdelenmesini bir yönüyle sınırlandırdığı bile düşünülebilir.

Fransız hukukçu, tarihçi, siyaset düşünürü olan Alexis de Tocqueville (1805-1859), yargıç olarak Amerika ceza infaz sistemini incelemek üzere, dokuz aylığına görevlendirildiği (1831) Amerika hakkındaki araştırmalarını “Amerika’da Demokrasi” başlığı altında iki cilt olarak yayımlar. Amerika’nın coğrafyasından hareketle, insan, toplum, yönetim ve devlet yapısı, inanç ve kültürel değerleri temelinde “demokrasi” kavramının anlamını, buna bağlı olarak farklı bir uygulanmasını konu ederek tartışır. Kendisinin de köken olarak mensup bulunduğu aristokrasi, krallık, otoriterlik ve diktatörlük, fırsat eşitliği ve özgürlük ile demokrasi vb kavramları ele alır. Özetle, Tocqueville’in “Amerika’da Demokrasi” adlı kitabı yayınlandığı süreçte geniş bir dikkati üzerinde toplar. Bir ara ilgiler ve dikkatler gevşer, ama 1930’larda yeniden yoğunlaşır. Bu dönem Avrupa’nın fikri, siyasi ve uygulama arayışı bağlamında Nazizm ve Faşizm ile farklı diktatörlüklere yönelim içinde bulunduğu bir süreçtir. İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdirilmesinde Amerika’nın müdahalesi, gözleri ve dikkatleri tekrar ona çevirir ve dünya siyasetine yönlendirici bir aktör rolü üstlenmesini sağlar. Artık dünya, otoriterlik ve özgürlük söylemi temelinde iki kutba ayrılmıştır. Ta ki, otoriterliği temsil eden yönetimlerin ve ülkelerin (Balkanlar, Sovyetler gibi) dağılmasına kadar sürer bu durum. Böylece, Amerika, deyim yerindeyse, dünya kâhyalığının vazgeçilmez, itiraz edilmez, doğal sahibi şeklinde bir algıyı benimser, bütün dünyanın da bunu kabullenmesi gerektiğini varsayar.

Ne var ki, Güney Amerika’da Zabata başkaldırılarından Vietnam’daki savaşlara, İran ambargosundan Irak, Suriye ve Afganistan işgallerine, istihbarat örgütlerinin çeşitli ülkelerde giriştiği darbelerden “Renkli Devrimler”e varıncaya kadar birçok girişimlerinde başarısızlıklarla karşılaşır. Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri’nin ihlalinden, yok edilmelerinden, bölgesel çatışmalardan, kıyımlardan, kitlesel göçlerden sorumlu olduğu dünya kamuoyu vicdanında mahkûm edilir. Silah ve ilaç sanayisinin küresel kurtlarının tetikçi rolünü üstlenmekten geri durmaz.

ABD, bütün açıklığıyla dünya ölçeğinde insanlığın, insanların, toplumların, yönetimlerin, dini ve ahlaki değerler başta olmak üzere tüm uygarlık ve kültürel değerlerin ve birikimlerin ifsat edicisi, yozlaştırıcısı, yok edicisi bir karabasan olmuştur. Ona dayanarak iktidarı ele geçirenler, iktidarlarının meşruluğunu ondan devşirmeye uğraşanlar, iktidarlarının sürdürülmesi imkânını ona bağlayanlar vb da aynı yolun yolcusu, aynı sorumluluğun ortakları hükmündedirler.

Ne zaman ki, inançlı, erdemli, insani değerlere gerçekten bağlı ve bunları yürekten özümlemiş ve savunmada kararlı insanlar, toplumlar, yönetimler, aydınlar ve sanatçılar içten, derinden ve açıkça, bir zamanlar söylendiği gibi, “Go Home America” derler, işte o zaman “şeytan”ın kötülüklerini hayatlarında ve ufuklarında uzaklaştırabilirler. Onun vakti ne zamandır, tam olarak kestirilemese de, önünde sonunda gelecektir. Yani bu zamanlar da “geçecek”tir!

İkinci defa başkanlığa gelen şimdiki başkan Trump, ABD’nin yeniden önceki yılların egemeni konumuna getirilmesi iddiasına sarılsa da, böyle bir dönemin gerçekleşmesinin bir hayli kuşkulu olduğu anlaşılmaktadır. Aslında, ileri sürülen iddianın anlamsız, gerçekleşmesinin adeta imkânsız olduğunun açık göstergesi ve bir ölçüde gerekçesi bizzat başkanlık konumunda bulunan kendisidir. En güvendiği tanığıysa, en basit deyimle ancak “haydut” olarak nitelenebilen yönetimin başıdır, yani “Netanyahu”dur.