“Neo liberal”, yani “yeni özgürlük” olarak tanımlanan sistemin, eş deyişle kapitalizmin, yeni bir evresi olduğu biliniyordu ve gelinen aşamada bunun genel bir kabul gördüğü söylenmektedir. Ancak uygulanması ülkelere ve bölgelere göre, şartlar ve ortamlar gereği birtakım farklılıklar, değişkenlikler göstermektedir. Türkiye’de bu sistemin tam olarak uygulamaya konulması, siyaset gereği askeri darbeyle gerçekleşmiştir, yani 12 Eylül hareketiyle. Gerçi daha önce 27 Mayıs ‘60’ta, 12 Mart ‘71’de de iki askeri darbe ya da ihtilal yapılmıştı. Hâlâ tartışma konusu yapılmasına rağmen, 27 Mayıs’ın “iktidar yoğalması”na (iktidar terakümü), yani belli bir siyasi anlayışın tek bir elde (partide) birikmesine karşı gerçekleştirildiği söylenebilir. Bunun yansıması ’61 Anayasası’nın getirdiği düzenlemelerde gözlemlenmekteydi. Öncelikle siyasi iktidarın sınırlandırılması yanında, bu sınırlandırılmaların yeni bazı kurumlar, kurallar ve düzenlemeler yoluyla gerçekleşmesi öngörülmüştür. Anayasa Mahkemesi, basın-yayın faaliyetlerinin, sendikal örgütlenmelerin, üniversitelerin düzenlenmesi gibi. Önemli bir olgu olarak, insan hak ve özgürlüklerinin, devlet ve toplumsal güç ve yetkiler, iktidarlar karşısında konumlandırılması, yeni düşünceler ve görüşler ölçeğinde gelişmelerinin sağlanmaya çalışılması olmuştur, denebilir. Elbette, insan hak ve özgürlükleri, durağan değil sürekli değişim ve gelişime açık, dolayısıyla sadece belli bir uygulamayla yetinmeyip kuramsal birikimleri de içeren temel insani sorunların başında yer almaktaydı. Avrupa ülkelerinde başlayıp Türkiye’yi de kısa sürede etkileyen ’68 öğrenci hareketleri böyledir.

Bütün bunların yeni yaklaşımlarla araştırılıp irdelenmelerinde yarar vardır. Olumlu ve olumsuz yönleriyle ve sonuçlarıyla tartışılması, bugüne olduğu kadar geleceğe de ışık tutacağı düşünülebilir. Sözgelimi, insan hak ve özgürlükleri, toplumsal örgütlenmeler, devletin ve siyasi iktidarın sınırlandırılması gibi konuların irdelenmesi mutlaka bu alanda var olan sorunların çözümünde yararlı olabilir. Bu bağlamda, Türkiye’deki anayasacılık hareketinin gelişiminde ’61 Anayasası’nın önemli bir yerinin olduğu söylenebilir. ’71 Muhtırası’nın gerekçeleri arasında, “toplumsal gelişmenin siyasi gelişmeyi geçtiği” şeklinde ifade edilen bir nedenin bulunduğu ileri sürülmüştü ki, bu, üzerinde durulacak bir konudur.

12 Eylül hareketiyle bir yandan, ’61 Anayasası’nın getirdiği hak ve özgürlükler düzeni, devletin ve siyasi iktidarın sınırlandırılması sistemi ortadan kaldırılmaya çalışılmış, diğer yandan “serbest piyasa ekonomisi” söylemiyle neo liberalizm yerleştirilmek istenmiştir. Devlet “bakkal işletmemelidir” denilerek, Türkiye’nin üretim gücü, girişim çabası yavaş yavaş yok edilmiştir. “Planlı ekonomi”, sosyalizm ithamıyla, devletin ve toplumun iktisadi bağımsızlığını yok ederek, Batı’nın, özellikle dünya finans çevrelerinin güdümüne sokulmuştur. Oysa, bu ekonomi-politika Osmanlı döneminde “Duyun-u Umumiye” sisteminin kurulmasını ve uygulanmasını sağlayarak, yarı sömürge bir durumu doğurmuştu. Yetki ve kararlar, o zaman İngiliz ve Fransız finans çevrelerinin elindeydi. Bugün gelinen noktayı bu açıdan irdeleyip değerlendirmek gerekmez mi? Londra’nın “siti” (city) şeklinde bilinen finans bölgesinde, bu tür işlerde çalışan birisinin, ülkenin ekonomi-politikasını düzeltmesi yetkisiyle görevlendirilmesinin masum bir seçim olduğu nasıl düşünülebilir?

Abartılı bir örnek olarak görülse de, Moğolların Anadolu’yu işgalleriyle yaptıkları yıkımın, bilinçaltı bir çağrışıma dönüşmesi, üzerinde durulacak ibretlik bir konudur. Anavatanı olan bir ülkenin, kendisinden öğrendiği mercimeği, nohudu, buğdayı yabancı ülkelerden ithal etmesi, en azından bir uyarı nedeni olmalı değil midir?

İnsanları, toplumu, hele açlığını, yoksunluğunu sergilemekten hicap duyan Anadolu insanını açlıkla, yoksunlukla sınamak, nasıl bir güdüden, duygudan, düşünceden kaynaklanıyor? Bütün bunlar yetmezmiş gibi, gelin bir anayasa yapalım, denebiliyor. Gerçekten, Anayasa’nın ne olduğu, ne anlam ifade ettiği, ortaya çıkış nedenlerinin ve işlevlerinin ne olduğu biliniyor mu? En azından, bir Anayasa yapmanın, toplumsal, hukuki, iktisadi, kültürel birtakım şartları vardır ve bu şartlar arasında, seçilmiş bile olsa bir partinin, toplumun belli bir kesiminin Anayasa yapma yetkisi olmadığı açıktır ve Anayasa Hukuku’nun ruhuna, özüne, varlık nedenine aykırıdır. “El haya-ü min-el iman”!