Siyasal ve toplumsal olayların bizatihi gerçeklikleriyle algılanma biçimleri arasında çoğu zaman farklılıklar ve bazen da karşıtlıklar kaçınılmaz olarak ortaya çıkabilir. Ayrıca toplumsal olayların fail ve tarafları arasındaki ilişkiler mahiyet ve nitelikleri bakımından daha basit görünseler de, bu basit görünüşün neden ve sonuçları daha karmaşık tarzda belirebilir.
Buna karşılık siyasal olaylar çoğunlukla karmaşık görünüm özelliğine sahip gibi görünürler. Fakat siyasal olayların fail ve tarafları genel olarak belli oldukları için, olayın tespiti bakımından belli bir kolaylığın bulunduğu izleniminin doğması mümkündür. Gerçekten siyasal olayın tespitini yapmaya çalıştığımızda, önceden şöyle veya böyle sahip olduğumuz belirli bir kanaat, söz konusu kolaylığın benimsenmesini de beraberinde getirir görünmektedir. Çünkü soyut ve aynı zamanda yanlış yargıların kurulmasına da kaynaklık eden “siyaset” olgusunun kendiliğinden oluşmasına meydan veren algılama adeta kaynak işlevi üstlenebilir. Bir başka ifadeyle, kolaylığı sağlar görünen şeyi, eş deyişle algı ya da kanaatin doğal tezahürü olarak siyasal olayın temelinde yatan iktidar, dolayısıyla güç ve menfaat unsurları, fail ve tarafların belirlenmesinde önemli rol oynarlar, şeklinde anlaşılmasıdır. Gerçekte böyle bir anlayış, siyasetin varlıksal olgusundan çıkartılamaz, ancak siyasetin, farklı değer dünyalarının kendi bağlamları çerçevesinde uyum içinde oluşturdukları amaca yönelik olarak işlerlik kazanmasıyla ilişkisi kurulabilir. Dolayısıyla siyaset kendi varlık alanını bu değer dünyalarının işaret ettiği amaca göre belirlediği ölçüde anlam kazanabilir. Böyleyken, bunların kolayca ve basit bir şekilde belirlenme niteliği göstermesi, siyasal olayların kolay ve basit yoldan anlaşılacağı hükmüne götürmemelidir bizi. Çünkü iktidar, güç ve menfaat kavramları, olayların gerçekliğinden doğan şeyler değil, bunların dışında var olan olgulardır. Kimi zaman bizzat siyasal olayların fail ve tarafları bile, iktidar, güç ve menfaatin öznel niteliğinin gereği ya da sonucu olarak, pasif veya kullanılacak öznelere dönüşebilirler.
Toplumsal olayların fail ve tarafları genel olarak yaşayan gerçek kişilerdir ve ortaya çıkmalarında bunların varlıkları, irade ve tutumları öncelikle belirleyici niteliğe sahiptirler. Bir dereceye kadar siyasal olaylarda da gerçek kişiler yer alırlar, ama bunlar her zaman kendi varlıklarına, irade ve tutumlarına değil başka varlıkların, iradelerin ve tutumların istek ve amaçlarına göre davranmak zorunda kalırlar. Kimi zaman da siyaset olgusunun mahiyet ve istemleri gereği, gerçek olaylardan çok simgesel anlamı olan durumlara dayanırlar, bunlara başvururlar, kullanırlar ya da kullanılırlar. Bu bağlamda toplumsal olaylar ile siyasal olaylar farklı bir mantık yapısına dayandıkları için, bazı zamanlarda karşı karşıya gelebilir, birbirine karşıt hedeflere yönelebilirler ve dolayısıyla çatışmak zorunda kalabilirler.
Bu durumu, çok basit bir şekilde toplum ve devlet ya da hükümet uzlaşmazlığı veya çatışması olarak gözlemleyebiliriz. Bu uzlaşmazlık ya da çatışma, siyasal veya toplumsal alanda gerçek bir olaydan kaynaklanabileceği gibi, gerçek bir olayın simgesel algılanmasından ya da bütünüyle simgesel bir anlamdan da kaynaklanabilir.
Somut birçok olay örnek olarak ele alınabilir. Kuşkusuz olayların toplumsal ya da siyasal sınıflandırmaya tabi tutulması bir zorunluluk şeklinde kendini gösterebilir. Doğrusu, bir olayın salt toplumsal veya salt siyasal nitelikte görünmesi, belki belli bir kolaylık sağlayabilirse de, belirttiğimiz üzere bunun pratik yarar yönünden kabul edilmesiyle, gerçek mahiyetlerini birbirinden ayırma bakımından aynı yararı doğuracağı söylenemez. Bir takım olaylar vardır ki, toplumsal yönüyle bir gerçeklikten kaynaklanıyor görünümü sunabilir. Etki ve sonuç itibariyle, mesela İstanbul’da yaşayanları doğrudan ilgilendirdiği kadar, derece itibariyle bütün Türkiye’yi, hatta Türkiye dışında yaşayanları da şu veya bu nedenle ilgilendirebilir. Fail ve tarafları bireyler olduğu kadar toplumun belli bir kesimi ya da bütünü, ülke içinde yaşayan kadar, ülke dışında yaşayanı, devletin uyruğu olan kadar olmayanı da olabilir. Ne var ki, olayın toplumsal gerçeklikten kaynaklanıyor olması, çözümünün de mutlak şekilde toplumsal fail ve tarafların varlığına, iradesine ve kararına bağlı olduğu sonucuna götürmemelidir bizi. Burada siyaset olgusu anahtar bir işleve sahip gözükebilir, ama salt siyasal olay olarak algılanması önemli ölçüde gerçeklikten koparılmış bir simgesel anlama dönüşebilme yeteneği de gösterebilir. Bu durumda olayın gerçekliği, siyasal algıya birbiriyle çelişen, birbirini nakzeden söylemler şeklinde yansıyabilir. Öyle ki, müphem tanım ve nitelemeler yanında, kaba ve ucuz “komplo” söylemleri ve itham beyanları şeklinde tezahürlerle karşılaşılabilir. Dolayısıyla bir toplumsal olay, siyasal olay olma niteliğine dönüştürülmesi halinde, iktidar, güç ve menfaat bileşenleriyle karmaşık bir mahiyete bürünme istidadında görünebilir. Bu yönüyle simgesel bir anlama bürünmüştür denebilir. Toplumsal olan ile siyasal olanın kesiştiği noktada, önceki durumla bundan sonrası ortaya çıkacak durumun mahiyeti ve niteliği açıkça farklılaşacaktır. Böyle durumlarda devletin varlığı ve varlığını içkin ilke, kural ve değerler, her zamankinden daha fazla anlam ve önem kazanırlar. Ancak devletin varlığı ve varlığını içkin ilke (mesela adalet, güvenlik, özgürlük gibi), kural (mesela yasa, dolayısıyla hukuk, idare/bürokrasi gibi) ve değerler (mesela kültür, sanat, bilim), kişisel iktidar ve güçler tarafından, siyaset ve dolayısıyla devletin yerine ikame edilmişse, toplumsal ve siyasal olayları gerçeklikler olarak düşünmek, bir yanılsamadan öteye gidemez. Böyle bir durumda, köktenci bir yaklaşımla toplumsal ve siyasal olanın tanımlanmasına, sorgulanmasına, irdelenmesine ihtiyaç, hatta zorunluluk var demektir.