“İnsan korkunca, kendi hayali ona aklı ve kültürü oranında korkulacak canavar üretiverir.
Bu milletin yöneticilerinin hayali canavarı Amerika ile İsrail’dir.
Yıllarca ülke yönetiminde bulunanlar, Dışişlerinde görev alanlar, Amerika’sız ve İsrail’siz hiçbir şeyin olmayacağına inanmışlar ki, cılız bir cesaretten bile bela geleceği korkusuyla, ‘Bana dokunmayın’ anlamına gelen mesajlar yayınlamaya başladılar.”
03 Şubat 2009 tarihli Millî Gazete’deki Gulyabani başlıklı makalesine bu cümlelerle başlamış Mahmut Toptaş Hoca’mız.
“Bu milletin yöneticilerinin hayali canavarı Amerika ve İsrail’dir.”
Toptaş Hoca’mızın bu doğru tespitine bugün yandaş medya sıfatlı basın gücünün kalemşorlarını da eklemek mümkün.
“Geçen hafta ortasında İsrail, İran’ın Genelkurmay Başkanı’nı ve üst düzey komutanlarını öldürdü.
Devrim Muhafızlarının liderini de…
9 seçkin bilim adamını da…
Uyurken veya uyumazken nokta atışlarıyla.
Demek ki İsrail istihbaratı İran devlet aygıtının sinir sistemine girmiş.”
Yaşadığı coğrafyada, “İsrail’in güvenliğinden sorumlu olarak” işe/göreve başlamanın ne manaya geldiğini, katipliğinin hiçbir devrinde sorgulama ihtiyacı hissetmeyenlerin, dış istihbaratı takip güçleri böyle genel ve kaba hatlarıyla yazılıp geçilmiyor; “İsrail öldürdü” propagandasının ayrıntılarını da okuyucusuna sunanlar var o sosyetede.
İnsanın, “Size ne zaman bildirdiler?” diye sorası geliyor.
Üsküdar’daki Saadet Partisi’nin düzenlediği ve binlerce insanımızın tek yürekmişçesine göründüğü “Özgür Gazze” mitinginden habersiz rolündekilerin, hangi tiyatrolarda hangi iddiaları söylediklerini burada (yine) yazacak değiliz. Mesela Amerika’nın, 15 Temmuz’a erken başladık itiraflarını hemen ertesi gün duymuşlardı.
Toptaş Hoca’mızın anlatımıyla yazarsak “Karanlık gecede, kara taşın üzerindeki kara karıncayı gören ve karıncanın ayak seslerini duyan bir tek Allah’tan korkmayanlar” İsrail gücünü “Öldürdü” fiiliyle yaymaya çalışırken tahsisli TV kanallarında, kahvehane cemaatinden bir ihtiyarın “Cephede imişler ki, şehit olmuşlar” cevabındaki itiraz gücünü, canlılığımıza teselli mi saysak acaba?
“Acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim” diyordu şairimiz İsmet Özel, “Kanla Kirlenmiş Evrak” şiirinde.
Tepki veren yerlerimizi de mi yok ettik, yahut ettiler? Ne dersiniz?
HATIRALARDAN VE HATIRLANMALARDAN BELLİ OLURMUŞ SİYASET UZMANLARI
Geçen hafta sayfamızda “Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük” başlığıyla alıntıladığımız hatıraların birinde, Ümit Çebi’nin anlatımında geçen, “Tayyip Bey çok kindardır ve bunun intikamını almak için 2004, 2009, 2014 ve 2019 yerel seçimlerin tümünde ilçemde bana karşı büyük mitingler düzenledi, bizzat kendisi katıldı ve belediyeyi AKP’ye 2009’da çok zor da olsa kazandırdı” paragrafının girişindeki tespitle alakalı yazmak istiyorum.
Ümit Çebi’mizin vurguladığı siyasetçi kininin örnekleri devletimiz kurulduğu günden beri çok yazılmış ve söylenmiştir tanıklarınca. Bu kin güdücülerin en sessiz hareketlisi İsmet Paşa sayılırken, en gürültü çıkaranı da Süleyman Demirel kabul edilir.
İsmet Paşa’nın Feyzioğlu, Satır, Gülek gibi isimleri partisinden gönderip Ecevit’e yol açmasına ileri görüşlülük diyenler, onların İsmet Paşa’ya muhalefetlerini particilik gereği bilip, uzaklaştırılmalarına sebep saymazlar.
Süleyman Demirel’in, Bozbeyli’ye kinini bilenler, onun iş Bankası yönetiminden gitmesini hangi cümlelerle istediğini kulis yazılarında anlatmışlardı.
Hatta o Demirel, AP’ne başkan olduğu kongrede karşısına rakibi imiş gibi çıkıp, daha bir güçlenmesini sağlayan hemşehrisi Sadettin Bilgiç’i, 12 Eylül yasakları kalktıktan sonra Adalet Partisi’ni hayata geçirmeyerek ve DYP ile devam etmesini önleyerek siyaset sahnesinden indirmişti.
Ümit Çebi’nin bahsine dönersek, Sayın Erdoğan’ın belediye başkanı olduğu yıl, başbakanlık makamında oturan Tansu Çiller’in, özellikle İSKİ için aldığı kararlarla, personel alımlarını engellemesi ve Sayın Erdoğan’ın çalışma alanını çok daraltması unutulacak bir icraat değildi.
Lakin AKP iktidarında Sayın Erdoğan ve Tansu Çiller ilişkilerinin tarihe yansıyan resimleri, Ümit Çebi’mizin tespitiyle hiç örtüşmez yahut alakalandırılamaz. Halbuki o günkü Tansu Çiller tavırlarının hüznü, yaşayan ve gerçekten Refah Partili olanların içinden hâlâ silinmemiştir.
Siyasetin içindeki “Kin” söz konusu olunca, Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yaşanmış bir olayı hatırladık.
“Atatürk’ün uşağı idim” hatıratından ilgili satırları aynen aktarıyorum. Cemal Granda anlatıyor:
“Atatürk asla kin tutmazdı. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affeder, olanları unuturdu.” (…)
(Bir Dolmabahçe yemeğinde Dr. Reşit Galip konuşuyor; duyduğumuz bir itirazdan güç alarak. Hedefinde Atatürk’ün hocası da olan Milli Eğitim Bakanı Esat Hoca vardır.)
“- Yaşlı insanlara vekillik yaptırılmamalı. Memlekete fayda yerine zarar getiriyor.” (…)
(Atatürk doktoru yatıştırmaya çalışır.)
Fakat doktor öylesine dolgundu ki, giderek sesinin tonunu yükseltiyor, sözlerine gem vuramayarak daha tiz perdeden saldırılarını artırıyordu:
- “Kabahat hep sizde. Hocadır diye cahilleri başımıza koydunuz.”
Sofrada bir bomba etkisi yapan bu konuşma üzerine Atatürk:
- “Memlekette Maarif Vekili yok mu?”
- . . . . .
- “Var ya. Esat Hoca mükemmeldir”, deyince Reşit Galip “Hayır” anlamında başını sallayarak,
- “Çok iyi ama çok da ihtiyar. Artık ondan geçmiştir. Bu memleketin Maarif Vekili o adam değildir. Bu memlekete daha dinç bir vekil gerekir”, dedi.
Bunun üzerine Atatürk’le, Reşit Galip arasında şu tartışma geçti:
- “Yahu nasıl olur? Bu adam beni okutmuştur. Kültürü yerinde, ilme vukufu vardır. Soframda Hocam hakkında böyle konuşmanı istemem. Beni okutan adam, nasıl Maarif Vekili olamazmış?” (…)
- “Lütfen sofrayı terk ediniz.”
O an biraz ferahladık. Reşit Galip kalkıp gider, olay da burada kapanır, ertesi gün unutulur diye umutlandık. Ne yazık ki, sevincimiz bir iki saniye sürdü. Reşit galip coşmuştu bir kez. Ne karşılık verdi dersiniz?
- “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Burada oturmağa benim de sizin kadar hakkım vardır. Gerçi biz Saraydayız, ama hocanız Hace-i Sultanî değildir. Cumhuriyette tenkit serbesttir…” diye başlayınca Atatürk yavaşça yerinden kalktı. Kucağındaki peçeteyi masaya bıraktıktan sonra,
- “Öyleyse müsaade ederseniz ben terk edeyim”, dedi ve ayağa kalkıp, salondan çıkıp gitti.
(…)
Güzel bir sonbahar günü biz Ankara’ya gittik. Ertesi akşam Reşit Galip’i sofraya çağırılmış gördüm. Sanki aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi hareket ediyorlardı.
Atatürk bir ara Reşit Galip’e doğru eğildi, sadece onun işitebileceği bir sesle:
- “Yarından itibaren Maarif Vekiliniz”, dedi.
(…)
Aynı günler içinde bir başka olaya daha değinmek isterim. Birkaç gün sonra sofrada, Kılıç Ali, Recep Zühtü, Atatürk’ün çevresini çevirmişler, şurdan burdan konuşuyorlardı. Bir ara Recep Zühtü, Atatürk’e:
- “Paşam” dedi. “Reşit Galip’e biri demiş ki: Hitler bugün konuşacak. Bunun üzerine Reşit Galip de şu cevabı vermiş: Bizim Hitler her gün konuşur.”
Atatürk bu lâfa kızmak şöyle dursun, kahkahalarla gülmüştü.
Aradan günler geçti. Reşit Galip hâlâ İnkılâp Tarihi kürsüsü için çalışıyor, Atatürk’ü uygun bir zamanda kandırabilir miyim, diye düşünüyordu. Tam o sırada Millî Eğitim Bakanlığından da affedildi. Yerine Hikmet Bayur geldi.
Bakanlıktan ayrılması Reşit Galip’e uğurlu gelmemişti. O yaz İstanbul’a gitmişti. Bir gün Moda’da ailesiyle birlikte sandalla gezerken denize düşmüş, zatürreeye yakalınmış.’’
Nereden nereye mi desek yoksa muamelatından belli olur bir siyasetçi, satırını mı yazsak; Sezai Karakoç üstadın ‘’Ellerinden belli olur bir kadın’’ mısraından ilhamla…