Park etmiş bir aracın içerisinde bekliyorum. Etraf ana-baba günü. Mekân, İstanbul da büyük bir hastahanenin arka kapısı civarı. El tablolarında mevsim meyveleri. Satıcılar. Hasta yakınları. Bir de park sorunu.

Arabalara, oradan uzaklaşmamızı hatırlatan değnekçiler. Araçta olması gerekenlerin hastahane işleri bitmiyor. İnsanları izliyorum çar naçar. Hava sıcak. Satıcılar, fiyatlar olabildiğince ucuz olmasına karşın birşey satamıyorlar. Parlak mevsim meyveleri; üzümler, armutlar bir milyon. Fakat onca kalabalığa karşın insanlar birşey alamıyorlar. Duvar dibinde araba içerisinde bir zat yuvarlak Trabzon ekmeği satıyor. Kimileri ekmek arabasına yaklaşıp bir dilim kestiriyor, küçük bir şişe su alarak; bir ekmek, bir yudum su, öğün yemeğini yiyor.

Demek millet, ekmeği dilimle almaya başlamış. Dalgın dururken, ceviz tezgahına takılıyor bakışlarım. Bir polis ve eşi tablaya yaklaşıp birer tane ceviz alıp, kırıp ellerindeki bir dilim ekmeğe katık ederek yiye yiye gidiyorlar. Geç farketmişim meğer. Herkes cevizi tane ile alıp, ellerindeki ekmeğe dolayıp yiyorlar.

Zengin memleketimizin, tarım ülkesi yurdumuzun halkına tane ile meyve sunuyor oluşu ne kadar da acı idi. Hükümet zil takıp oynuyor. Enflasyon canavarını yendik, tek haneli rakama düşürdük. Düşürülen kimmiş çok net şekilde ortaya çıkmakta. Millet bir simit alamayacak kadar fakirleşmiş. İnsanlar artık sokağa çıktığında değil bir restoranda oturup karnını doyursun, ekmeği bütün almaya bile güç yetirememekte. Halk çok hızlı yoksullaşmakta.

Akşamları iş dönüşü duraklarda ayrı bir yoksulluk nüansı. Kirli bir çuvala doldurulan yer fıstığı, açıkta toz-toprak içerisinde satılmakta. Evlerine dönen aile bireyleri, hane halkına ucuz bir ikram sunup, eli boş gitmemek için bu yiyecekten düşüne düşüne yarım kilo satın almakta. İşsizliğin engerek kıskacındaki gençler, üç-beş kuruşluk satışla mutlu olmaya çabalamakta. Sosyal güvenlik gibi kocaman bir kayanın yollarını kapatmasına kafalarını yormamaktalar. O günkü rızıklarını çıkarmanın keyfi ile, tevekkül edip evlerine mutlu bile dönebilmekteler. Nasıl olsa iktidar, memlekette enflasyonun düşmesini fener alayları ile kutlamakta. Bu şen-şatır ortamı, sızlanmalarla karartmaya hiç hakkı olmamalıdır halkın.

Cevizlibağ üst geçidi ismi adeta yoksullar köprüsü. Köprünün altından lüks araçlar akıp gidiyor. Üzerinde ise fakirler geçiyor. Fosforlu yıldız satıcıları, terazili tartıcılar, ucuz el tezgahları. Arada sarmaş-dolaş aşıklar geçiyor. Ama bu aşıklar Paris in Shein Nehri üzerindeki Aşk Köprülerinin gotik mimarilerini hiç andırmayan beton bir köprü üzerinde; ne kadar da sevgili olsalar, fazlası ile fakirliği duyumsatmaktalar. Kolunu omuzlarına attığı kadının, kafasını çevirerek el tezgahına takılmasına korkan erkek, sevdiğini sürüklercesine alıp götürmekte. Bir milyonluk ürünleri bile alım gücünün olmadığını gösteren bir halet-i ruhiye ile hızla tezgâhdan uzaklaşıp, koşarak iniyorlar yoksulluk köprüsünün merdivenlerini.Bu halk ne kadar da idmanlı böyle, aşkını bile yoksullukla harmanlamaya.

Fakirlik köprüsünde değişmeyen aksesuar: dilenciler. En ilginci de, yaz günü, gözlerinin üzerine dek indirdiği siyah yün beresi ile yüzünü gizlemeye çalışan adamın utancı. Kadın dilenciler sanki daha fazla utanmadan, rahatlıkla para istemekteler...

Allah rızası için bir sadaka.

Bacı, ciğer acısı görmeyesin.

Şu bebeğe bir ekmek parası.

Olanca yaz güneşine karşın kucaklarındaki bebekleri kimsenin çiğneyip geçmeyeceğini iyi hesap ettiklerinden, merhamet tacirliğinde kadınlar daha da mahir.

Fakat erkekler bu konuda çok daha başları eğik. Yoksulluk köprüsündeki bu koyu esmer adam da, yüzünü iyice gizlemiş, sadece yün bere ile değil, elleri ile de yüzünün kalan yarısını kapamış, yarı ölü bir halde elini açmış. Sesini çıkarmadığı için, pek kimse de onu farkedemiyor, bu yüzden para alamıyor. Ama ne zaman oradan geçsem, öyle çaresizce köprüde oturuyor.

Dilencisi bol bir memlekette, halk öylesine yoksul düşmüş ki, dönüp dilenenlere bakacak takat bile bulamamakta.