Türk toplumunda önemli şeyleri erteleme ve yapılması gereken işleri başkalarından bekleme gibi kötü bir alışkanlık var. O yüzden de bu toplumun hayati meseleleri çözümlenmeden sürekli buzdolabında bekletilmektedir. Bugün üzerinde duracağımız konu da böyle ertelenen ve sürekli başkalarından çözümü beklenen meselelerden biridir: Gösteri sanatlarının durumu...

Gösteri sanatlarının neyi gösterdiği hususu bütün dünyada çok iyi bilindiği halde, Sultan Abdülmecitten beri önce Osmanlı ve sonra da Türk toplumunun yöneticileri bunu görmezden gelirler. Sultan İkinci Mahmutla birlikte merkezi idare güçlendirilir, ama onun oğulları olan Sultan Abdülmecit ile Sultan Aziz dönemlerinde önce Alafranga, sonra da Alaturka sanatların teşvik edildiğini görüyoruz. Desteklenen mimarlar ve müzisyenler açısından son derece tutarsız ve sorumsuz bir tavır sergilendiğini görüyoruz. Gazeteler ve tiyatrolar da büsbütün azınlıkların elinde yabancı bir ruhu yansıtmaya başlar. Edebiyat siyasallaşmaya başlar.

Sultan İkinci Abdülhamit döneminde Avrupai edebiyatın saltanatı artık birbiri peşinden gelen edebiyat akımlarıyla sürdürülmüş ve Sultan Abdülhamidi tahttan indirmek isteyen Genç Osmanlılar ile Servet-i Fünuncular kol kola II. Meşrutiyeti ilan etmişlerdir. Bunların arasında çıkan iktidar çatışmaları, temel yanlışlığının gözden uzak tutulmasına yol açmıştır.

SİYASAL İKTİDAR KÜLTÜREL İKTİDAR

Siyasal iktidarı belirleyenin kültürel iktidar olduğu ve bunun da gösteri sanatları ile ilan edildiği bilindiği halde, pek çok siyaset adamı yüz yıldan fazla bir zamandır bu konuda umursamaz tavırlar takınmışlardır. Gerek Sultan Abdülhamidin ve gerekse Menderes sonrası bütün sağ siyaset sözcülerinin kültür hayatını yönlendirenlere güvenmemesi ve gösteri sanatlarını da bazı insanlara ait gereksiz meşgaleler görmeleri anlaşılır bir şey değildir.

Resim, heykel, mimari, musiki, tiyatro ve sinema gibi gösteri sanatlarının pek çoğu devlet destekli olarak varlığını sürdürüyor, ama bu sanatların muhataplarıyla sanatçılarını tamamen önemsiz ve büsbütün gereksiz görürseniz, sonuçta toplumun yaşayan insanlarıyla geleceğini oluşturacak gençlerini temsil eden bu insanların iktidara karşı bir tavır almalarını önleyemezsiniz. Öyle ki, bu gösteri sanatlarının asıl iktidarın kimde olduğunu ifade ettiklerini kabul etmeyenler, esasen dünya siyasetinin temel ilkelerini de bilmiyorlar demektir.

Kendisini temsil edenleri kültürel iktidarın belirlediğini fark etmeyen sağ siyasetçiler maalesef siyasetin temel enstrümanlarından en önemlisini kullanmamak gibi bir ihmali yıllardır sürdürüyorlar. Mesela şöyle bir söz bu ülkede sağ siyaset çevrelerinde garip bir söylem haline gelmiş gibidir: Bütün aydınlar ve sanatçılar iktidara muhaliftir, dolayısıyla bize karşı geliştirilen muhalif görüşlere ve eleştirilere mümkün olduğu kadar tahammül edip kulak asmamalıyız. Asıl olan bizimle aynı görüşleri paylaşan veya yaptıklarımızın doğru olduğunu söyleyenleri dinlemek ve onlarla işbirliği yapmaktır. Her işi sorgulayan ve hata bulmaya çalışanların bir önemi yok; biz doğru bildiğimizi yapalım, eleştirenler de -boşverin- eleştirsin...

Sanatçıları dışlayan siyasetçinin tavrı, aslında yanlış bir tutum ve sakat bir tavırdır...

Büyük İskender ile Romadan bu yana saf sanat ve felsefe dışındaki bütün gösteri sanatlarının hepsi de iktidarın sözcüsü gibidir ve bütün büyük imparatorlukların bu sanatların dünya çapındaki temsilcilerini kendi başkentlerine çağırır, saraylarında yer verirler. Hüseyin Baykara ile Ali Şir Nevai ve Molla Câminin dostlukları benzersiz bir örnektir.

İkinci Murattan sonra şair ve yazarlara Osmanlının gösterdiği ilgi, Fatih döneminde daha büyük boyutlarda, dünya çapında görülür ve kadrolu şairler ilk defa onun döneminde bu devletin memurları arasına katılır. Kanuni döneminde bu kadrolu şair sayısı 250ye ulaşınca, bütçe yapan sadrazamlar şahsa değil esere para vermeyi kararlaştırırlar. Böylece, Osmanlının edebi, tarihi ve coğrafi eserleri dünya çapında bir kütüphane oluşturur. Fakat son devir Osmanlısının kültür yetersizliği her alanda görülür ve Avrupai sanatlar ve sanatçılar sözcü olur.

Evet, bugün iktidarı elinde tutanlar saf sanat ve felsefe eserleri için demokratik bir ortam sağlamak ve akademik bağımsızlığı temin etmek zorundadırlar, ama gösteri sanatlarının bağımsız ve keyfi bir tutumla faaliyet göstermesi dünyada benzeri olmayan bir sorumsuzluktur. Bu sorumsuzluğun bir yanı iktidarı, bir yanı da gösteri sanatlarının sözcülerini ilgilendirir. Bir milleti yönetecek insanlar, onun temsil ve temessül meselelerini de iyi yönetmek durumundadır. Kültürel iktidar kimlerden, hangi zihniyetten oluşuyorsa, siyasal iktidar da odur.

SANAT ALANINDA SOSYAL SORUMLULUK

Başlı başına bir büyük şehir olarak İstanbulun daha büyük ve geniş tiyatro faaliyetlerine sahne olması gerektiğine inanıyorum. Büyük şehirler büyük gösteri sanatlarına layıktır...

Shakespeare, Çehov, Becket, Sartre gibi yabancı oyun yazarlarının eserleri her zaman sahnelenebilir. Fakat yerli oyun yazarlarının eserleri de sergilenmeli. Ancak bu şekilde Türk tiyatrosunun yeni eserler vererek yaşamasına imkan bulunabilir. Bu arada, maalesef Türk edebiyatının klasikleşen yazarlarına yeterince repertuarlarda yer verilmiyor! Sosyal sorumluluk gereği, tiyatro edebiyatımız İstanbulda da öne çıkarılmalıdır.

Öncelikle Türk tiyatrosunun temel meselesinin yerli eser meselesi olduğunu ifade etmeliyiz. Bizdeki tiyatro çevreleri her zaman Türk yazarlarının yeterli oyunu olmadığı şeklinde mazeret sıralar ve yabancı oyunlara gerekçe ararlar. Bunun geçerli bir mazeret olmadığını, Muhsin Ertuğrulun tavrı ortaya koyar. O dönemin tanınmış şair ve yazarlarının tiyatro eserleri yazmasını sağlar. Nazım Hikmet ile Necip Fazılın oyun yazmasını da o teşvik eder; Cevat Fehmi ile Haldun Taneri tiyatroya yöneltir ve böylece tiyatro edebiyatımızı geliştirmiş olur!..

Sonraki yıllarda Tarık Buğra ve Necati Cumalı gibi hikâyeleriyle tanınan yazarların tiyatroya yönelmesi, Güngör Dilmen ve Turan Oflazoğlu gibi tiyatro tahsili yapmış yazarların eser vermesi tiyatromuzu zenginleştirmiştir. Fakat nedense kamu tiyatrolarında söz sahibi oyuncularla yönetmenler bu yazarlara gerektiği kadar itibar etmez, bunların anlattığı dünyayı benimsemez. Halbuki kamu tiyatrolarının eğlendirirken eğitmek gibi bir görevi var; aslî misyonu da öncelikle Türk ve dünya tiyatrosunun klasiklerini sergileyerek tiyatro üzerinden toplumun genel kültürüne katkıda bulunmaktır. Buna rağmen gerek Şehir Tiyatroları ve gerekse Devlet Tiyatroları bu türden bir sorumluluğu kabul ediyor görünse de gereğini yapmaz.

Bu yıl açıklanan repertuarlara baktığımızda, Türkiyenin dünya önündeki imajını doğru şekilde temsil edecek seviyede yerli eser sayısı ile karşılaşmıyoruz. Yüzde elli oranında yerli ve yabancı oyun sergilenirken, klasiklerle çağdaş Türk yazarları azınlıkta ve yabancı yazarlar baskın denecek kadar çoğunlukta! Bu yazarların ülkelerinde bizim yazarlarımız bilinmez bile!

İstanbulda tiyatro yeni bir mevsimine giriyor. Çağdaş oyunlar yanında, Henrik İbsen, Anton Çehov, Ziya Osman Saba ve Sait Faik gibi klasikleşmiş isimlere de yer veriliyor. Fakat ben daha çok çağdaşlara ve uyarlamalara değil de yerli ve yabancı özgün klasik eserlere yer verilmesinden yanayım, çünkü kamu tiyatrolarının sosyal sorumluluk misyonu var. Tiyatronun etkisi de aslında klasik eserlerle daha iyi anlaşılır, televizyon ile yarışmak gereksiz. Maalesef Şehir Tiyatroları sanatçılarının çoğu klasikleşen tiyatro yazarlarımızın yazdıklarından çok kendi uyarladıklarını ortaya çıkarmayı tercih ediyor. Tiyatrocu dayanışması yüzünden Yönetmen Tiyatrosu anlayışı ön planda, yazarlar ikinci planda... Bunun yeni dönemde gözden geçirilerek Muhsin Ertuğrul dönemindeki repertuar anlayışına gidilmesi gerekir.

İstanbul Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığının sorumluluğunda üç tiyatro topluluğu var, bunlardan biri Şehir Tiyatroları, diğeri de Gösteri Sanatları Merkezi idi. Bu yıl üçüncü bir yapı olarak, çoğunluğu Şehir Tiyatroları kadrosundan oyuncu ve yönetmenlerle sahneye konan eserler ihale yoluyla Büyük Şehir Belediyesi desteğiyle eser sahneye koyuyor.

Kültür İşleri Daire Başkanı Abdurrahman Şenin genel olarak sanat konularındaki tavrının özgürlüklere olduğu kadar sosyal sorumluluğa da yönelik olduğunu biliyoruz. Belediye Başkanı Kadir Topbaşın bunca zaman sonra yeni bir yönetmelikle tiyatronun statüsünü belirleyerek yeniden yapılanmaya gidilmesini istemesini de iyi anlamak lazım. Her prodüktör gibi İstanbul Belediyesi de yapımda bazı taleplerde bulunur. Bunu müdahale sanmak da tuhaftır!..

Ayrıca, sanat işi sürekli müdahaleye ihtiyaç duyulacak kadar sosyal sorumluluktan uzak değildir. Bu konularda bilinmesi gereken çok şey var ve eskilerden irfan sahibi olanların çok bilinen şu sözünü de hatırlatmak isterim: Kem âlât ile kemâlât olmaz...

Kısacası, İstanbul tiyatroları kendilerinden beklenen sorumluluğu taşımak zorundadır.