Edebiyat, geleneğimizin önemli bir alanı, hayatımızın bütününü kuşatıyor. İslâm düşünce geleneğinin hemen her alanında önemli eserler verilmiş, verilmeye de devam ediliyor. Büyük bir kültür coğrafyasına sahibiz. Besleyici, geliştirici ve yenileyici özellikleri bulunuyor. İnsan ruhunun en rahat ettiği ve kendini bulduğu bir alan. Açılımları ve ufku da kendi içindedir.

Efendimiz ile başlayan süreçte şiir merkeze oturmuş. Hitabet de bir edebi olgudur, o da merkezdedir. "Veda Hutbesi" insanlık tarihinin hem düşünce hem ifade edilişi bakımından, hem de hitabet açısından büyük bir değer taşır. "Veda Hutbesi" hem dini, hem sosyal, kültürel, ekonomik, hem de edebî bir metindir. Din ile sanat iç içedir. Bu kadar büyük ve kuşatıcı düşünceyi birbiriyle kopuk olmadan öz biçimde ifadesinin bir başka örneği de yoktur. Bulunulan yüz yılda bu kadar önemli bir metne rastlamak olası değil. Bundan sonra kültür ve düşünce coğrafyamız bir bütün olarak has bir dil yakalar. Kavimleri açısından hiç fark etmiyor. İslâm öncesinde Araplar çöldedirler. Şiir sadece Kâbe ve çevresinde var. Şiir burada Kur an ın ruhundan beslenerek çölleri aşıyor. Persler bir uygarlık sahibi, ancak pagan [yani putperest] İslâm ile buluşunca büyük bir dil yakalıyor. Türkler göçebelikleri, at sırtındalıkları onlara derin bir kültür oluşturmalarına fırsat vermiyor. Türklerin İslâm buluşmaları onları büyük bir hareketin öncüsü yapmayı sağlıyor. Selçuklu ile Osmanlı bir büyük şiir oluşumudur. Bu şiir bu şiirin bir ruhu ve düşüncesi var. Ne pastoral ne de bohemdir. Kuzey Afrika dan İspanya ya geçerken büyüklüğü ile geçiyor. Şiirini de götürüyor. Hangi kavmin coğrafyasına erişiliyorsa ora da edebiyat, sanat ve düşünce iç içe gelişiyor.

"Veda Hutbesi" şairlere cesaret verir, hatiplerin coşuşunu sağlar. Hüküm bakımından da çok temel vurgulara sahiptir.

Kültür tarihimize ait dini diye nitelenen eserleri okuduğumuzda bir edebi esere okur gibi haz alırız. Klâsik kültürümüzde yer alan eserlerin bütününe bu göz eli bakılabilinir. Naima Tarihi ve diğerlerine bir de gözle bakılmalı. Günümüzün edebiyattan yoksun niteliksiz bir dille anlatılan eserlerinden haz alınabiliniyor mu ki Hak dini Kur an dili tefsiri ile günüz tefsirleri arasında dağlar kadar fark var. Kekre bir dil, bir anlatım ve tumturaklı, zevksiz.

Edebiyat felsefenin üzerindedir. Felsefe bir tür değildir, bir düşünüş tarzıdır. Bakış açılarına göre  sonuçlar üretir. Var olanın üzerinde konuşur, çıkarımlar elde eder. Felsefe üretilenler üzerinde hüküm sürer, fikir beyan eder, yorum getirir. Oysa edebiyatımız çok güçlü olduğu zaman, kendi içinde en has ve en üst bir dil yakalar. Orada giderek derinleşir.

Materyalistler ve Batıcılar, Batı ruhuna bulaşmış olan kompleks sahipleri Gazali ye çok saldırırlar. Tahammül etmezler. Gazali bir şairdir. Bu yönü pek bilinmez. İslâm düşüncesindeki her büyük alim, filozof, bilge bir şairdir aynı zamanda. Mevlâna yı hangi düzlemde ele alacağız. Nasreddin Hoca hikmet yüklü fıkralarıyla bir şairdir.

Hayatla şiir iç içedir. Ömer Hayyam ın keskinliği de bizimdir, Yunus un derinliği de. Nef i de, Baki de

"Biz Müslüman yazarlar" ifadem bugün için daha bir anlam kazanıyor. Biz kendimizi nerede ve nasıl görüyoruz. "Veda Hutbesi"ni merkeze alışım bilinçli. Bu, bizim bakışımızı belirler. Hayatı algılayışımız ve ona anlam katışımızı. O bütünlük içinde kendimizi nereye oturtacağız.

Biliyoruz ki, Müslümanlık tanımı bile biraz ürkütücü, biraz tedirgin edici yanlar içeriyor bugün için.

Müslümanların kendilerini nerede konumladıkları önemli. Edebiyatın partileri sayısız. Siyasadan daha beter bir ayrışma ve kamplaşma var. Ve hatta kendini tanımlama da bile önemli zaaflar bulunuyor. Yerimizi seçmede bile zorlanıyoruz. Biliyorum ki, "Veda Hutbesi"nden söz edişim kimi Müslüman yazarları tedirgin ediyor. Müslümanların çıkardığı gazetelerde, dergilerde, ortamlarda görünmekten kaçınanlar var. Edebiyat siyasası komplekslidir. Mahalleleri var. Mezhepleri, meşrepleri bile farklı. Edebiyatın da "Ergenekon"u var. Her şey birbirine karışmış durumda.

Toplumcu gerçekçilik artık modası geçmiş bir ölü bölge. O topraklar ancak bir Orhan Pamuk doğurur. Levanten, oryantalist ve hatta bilinmezlik içinde çabalayanlar topluluğu. Sol batı ruhu taşır. Onların kareleri arasında görünmek bir büyük erdem günümüz Müslümanları için. Onlar Madımak Oteli nin karanlık odalarından bakıp duruyorlar. Eşikleri cin olan ve bilinçli bir seçim olan bir evleri var. Bu ev adı gibi kendini de tanımlıyor. Bu salt bir isimdir diye geçilemez. Buralarda olma, görünme heves ve heyecanı bir büyük gayret oluşturuyor.

Müslüman yazarlar ruhlarına "Veda Hutbesi"nin tablosunu asarlar mı Asarlar ise oradaki ilkelere uyarlar mı O ruhu yaşama çabası içinde olurlar mı Örneğin öyküye toplumcu gerçekçilerin odasının penceresinden bakılırsa ancak onların gördükleri görülür. Oradan kendinizi bile göremezsiniz. Böyle tuhaf bir durum yaşanıyor.

Müslümanlar amerikancılaşıyor, sekülerleşiyor, yabancılaşıyor ve hatta modası geçmiş toplumcu gerçekçileşiyor deyince yanlış mı söylemiş oluyoruz.