Aralık ayının son haftasındayız ve her zaman olduğu gibi 2026 yılında uygulanacak asgari ücret açıklandı. Asgari ücret her ne kadar ödenebilecek en düşük maaşı gösteriyor olsa da, işverenler tarafından işçilerin büyük çoğunluğuna ödenen tutarı ifade ediyor. Bu yılki ücret artışı %27 olarak belirlendi. 2025 yılı enflasyon oranının daha Kasım ayında %31 olduğunu düşünürsek bu ücret artışının bırakın refah enflasyon artış oranının bile altında kaldığını görebiliyoruz. TÜİK tarafından açıklanan resmi enflasyon artış oranının gerçeği yansıtmadığı herkesin malumu. Bu durumda asgari ücretli özelinde ücretli çalışanların gerçek hayat pahalılığı karşısında nasıl da ezildiğine şahitlik ediyoruz.

Ücretlerin bu şekilde enflasyona karşı erimesi yalnızca ekonomik bir tercih değil, toplumsal mühendislik çalışmasıdır. Böylece kriz ortamlarında kimin refahının korunacağı, kimin yaşam standartlarının daraltılacağına karar verilmiş oluyor. Dolaylı yoldan alınan bu sessiz karar, asgari ücretlinin yaşam alanının bilinçli olarak küçültülmesi anlamına geliyor. Çünkü ücret emeğe karşı ödenen bir tutarın ötesinde, ücretli çalışanların yaşamının sınırlarını da belirliyor. Yani ücretler sadece rakamlarla izah edemeyeceğimiz bir etkiye sahip. Yaşam standartlarımızdan eksilen parçaların da nedeni. Daha az beslenme, daha az eğlenme, daha az sağlık hizmeti gibi.

Aslında bu durum, toplumun büyük kesimini sessiz bir şekilde yoksullaştırmanın bir yöntemi. Çünkü baktığımızda görünen bir ücret artışı var ama hayatında bir daralma da mevcut. Bu daralma birden hissedilemiyor, yavaş ve düzenli bir şekilde yoksullaşma söz konusu. İnsanlar her seferinde bir şeylerden azaltarak yoluna devam etmek zorunda kalıyor. Kredi kartı gibi çeşitli harcama yöntemleri, tüketilen ürünlerdeki kalitesizleşme insanların bu yoksullaşmanın geç farkına varmasına neden oluyor. Ancak bu durumu anladıklarında geriye tekrar dönecek güçleri ve imkânları kalmıyor.

Ücretlerin bu derece düşük tespit edilmesinde genelde krizler mazeret gösterilir. Fakat bu krizin yükü toplumun tüm kesimleri tarafından eşit bir şekilde omuzlanılmaz. Ücretliler için kriz yaşam standardının düşmesi anlamına gelirken, işverenler için tam olarak bu anlama gelmez. Çünkü işverenlerin krizin maliyetini fiyatlara yansıtma gücüne sahiptir. Maliyetler artarken işverenin kazancını belirleyen fiyatlar da artar ama ücret sabittir. Böylece krizin etkisi yukarıdan aşağıya doğru aktarılmış olur. Krizler yukarıdakiler için yönetilebilir bir durum bazense fırsat olurken, aşağıdakiler için katlanılması gereken bir gerçekliğe döner.

Bu durum, insanların umudunu yok eder. Geleceğe dair plan yapma imkânını ortadan kaldırır. Ev sahibi olmak, birikim yapmak, çocuklar için daha iyi bir gelecek hayal etmek, bunların hepsi zamanla hayal olmaktan çıkar, imkânsızlık olarak kabul edilir. Aynı umutsuzluğu üst gelir sınıflarında görmeyiz, çünkü kriz zamanlarında onlar için bu yatırımlar imkânsızlığa dönüşmez, belki ertelenir ama sonuçta yine gerçekleşir. Bu fark, toplumsal aidiyet duygusunu zedeler. Alt gelir grupları, içinde yaşadığı topluma dair bağlarını sorgulamaya başlar. Bu sorgulama, çoğu zaman sessizce bir yabancılaşmaya dönüşür. Özellikle alt sınıf gruplarında yetişen gençler için umut bu coğrafyanın dışında aranmaya başlar.

Mevcut ekonomik anlayışın dayattığı bu gerçekle yüzleşmedikçe bu devran böyle gidecektir. İşverenlerin ve üst gelir gruplarının konfor alanlarından taviz vermediği, ancak adım adım yoksullaştırdıkları halktan fedakârlık beklendiği bir sistem sürdürülebilir değildir. Bundan dolayı servetin sadece başarı hikâyesinden ibaret, yoksulluğun ise bir kader ve yetersizlik olmadığının farkında olmalıyız.