Son iki yazımızda sistemin değişime karşı gösterdiği dirençten, kendini koruması ve yeniden üretmesinden bahsetmeye çalıştık. Bu durum daha çok sistemi merkeze alarak yapılan bir değerlendirme. Sistemin gücü ve etki alanını açıklamaya çalışıyor. Bunun yanında sistem açısından konuyu açıklamaya çalışırken bir de değişim talep eden siyasetin imkânlarına da değinmemiz gerekiyor.
Bir siyasal hareketin sistemi değiştirme imkânına sahip olup olmadığının kıstası yönetimi ele geçirme veya yönetimde kalma becerisi değildir. Asıl mevzu iktidara yürümekteki amacıyla eylemlerinin örtüşmesidir. İktidar olmayı sadece hiyerarşinin tepesine yerleşmekle açıklayamayız. Burada önemli olan değişimin dinamiklerini harekete geçirecek bir siyaset inşa edebilmektir. Sisteme karşı yapılan itirazın anlamlı olması buna bağlıdır. Yoksa yapılan tüm itirazlar siyasete alternatif bir fikri pencere açmıyorsa bir noktadan sonra kendisini tüketmeye başlayacaktır.
Sadece fikri değil, aynı zamanda eylemle desteklenen bir siyaset anlayışı bu sistemin yeniden inşasının olmazsa olmazıdır. Çünkü sistemin kendisini sürekli üretebilme gücü muhalif duruşun kendisini tüketmesinde yatıyor. Bu durumun tekrarlanmaması için fikri üretimin eyleme dönüştüğü bir siyaset anlayışı önem arz ediyor.
Siyasi hareket, karşı çıkmaktan çok karşı çıktığı değerler bütününün üzerine çıkabilecek yeni bir anlam dünyası üretmeyi başarmalıdır. En azından bu yolda gerçekçi ve tatmin edici bir şekilde gayret göstermelidir. Ancak bu şekilde çıkılan yolun bir anlamı olacaktır. Aslında geçmişe şöyle bir fener tuttuğumuzda her tarihsel dönüşümün bu şekilde bir üretimin eseri olduğunu görüyoruz. Peygamberlerin mücadelesi, filozofların fikirleri, devrimler gibi olgular tarihin kırılma noktalarıdır. Bunların ortak noktası mevcudun ötesinde yeni bir anlam dünyası inşa etme gayretinde olmalarıdır. En bariz örnekliğini Medine döneminde kurulan yeni toplumsal modelde görebiliyoruz.
Buradan yola çıkarak ülkemizdeki siyaset anlayışının bu anlamda bir imkân taşıyıp taşımadığına bakabiliriz. Aslında bu durumun kurulan siyaset dilinde, siyasi hareketlerin muhalefet ve iktidar tecrübelerinde, siyasi anlamda ortaya koydukları üretimde bazı ipuçlarını yakalayabiliyoruz. Seçimleri kazanma adına kurulan bir hamaset dili, iktidarın imkânlarına talip bir muhalefet, niceliğin cazibesine tav bir siyasi üretim siyasi hareketlerimizi bu imkândan alıkoyuyor. Siyasetin düşünceden ziyade psikolojiye yatırım yapması günü kurtarmaktan öteye geçemeyen bir siyaset anlayışına neden oluyor.
Siyaset düşünceyle arasına mesafe koyduğu sürece entelektüel çabalara burun kıvırmaya devam edecektir. Türkiye’de siyasetin sürekli kendini tekrarlamasının, ideolojik savrulmalarının ve günü kurtaran kısa ömürlü reformlarının altında tam da bu eksiklik yatar. Her şeyin bir şekilde değiştiği ama aslında değişmesi gerekenlerin ise değişemediği döngü, bu fikrî boşluğun bir sonucudur.
Her siyasi hareket bu noktada kendisini sorgulamalıdır. Düşünceye mi yatırım yapıyor, algılara mı; iktidarın imkânlarına mı talip, sistemin yeniden inşasına mı; siyaset mi üretiyor, hamaset mi? Bu sorulara verilecek cevaplar ülkemizin geleceği açısından umutlu olup olamayacağımızı bize gösterir.