Tarihler 2 Aralık 1823’ü gösterdiğinde ABD tarihinde etkileri bugün de tartışılan ve Trump tarafından yeniden işlerlik kazandırılmak istenen James Monroe Doktrini kabul edildi.

5. ABD Başkanı Monroe tarafından tasarlanan Monroe Doktrini, o tarihte ABD Kongresi’ne sunuldu ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen yaklaşık bir buçuk asırlık süre zarfında Washington’un dış politikasının omurgasını teşkil etti.

Monroe Doktrini neyi hedefliyordu?

Bağımsızlık Savaşı’nı Britanya İmparatorluğu’na karşı kazanan ABD, kendi egemenliğini tüm “Yeni Dünya”ya yaymak istiyordu. Bu nedenle Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında İngiliz, Rus ve İspanyol egemenliğini kırmak için her iki kıta üzerinde kendi egemenliklerini kurmak isteyen ABD, Monroe Doktrini’ni kabul etti. “Eski dünyanın” sorunlarıyla kendisini yormak istemeyen bu genç devlet, aynı zamanda izolasyon politikasını da benimsedi.

Bu doktrin yalnızca Avrupa’nın askeri ve siyasi müdahalelerini engellemeyi amaçlamıyor, aynı zamanda Latin Amerika’nın ilerleyen yıllarda ABD’nin ekonomik ve stratejik nüfuz alanı olarak şekillenmesini de garantiliyordu. Washington yönetimi, kendisini kıtanın doğal lideri olarak konumlandırmaya çalışmış; Avrupalı güçlerin kıtadaki varlığını, sadece ABD için değil, dünyanın huzuru için tehdit olarak göstermişti.

Bu politika 1917 yılına kadar devam etti. Almanya, İngiltere ve Fransa gibi müttefiklerini yenme potansiyelini kendisinde gören ABD, büyük harbe katıldı.

1920 yılına gelindiğinde savaşın harap ettiği Avrupa’nın aksine bu yıkıcı harpten uzakta kalan ABD küresel etkisini ciddi biçimde artırmıştı. Bu dönemde ABD’nin küresel politikaya yön verme adımı olarak görülen 14 maddelik Wilson prensiplerinin kabul edilmesi izolasyon politikasını arka plana itmişti.

20 yıl sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı ve onun da ardından başlayan Soğuk Savaş, ABD’nin küresel egemenlik hırslarını ciddi biçimde perçinledi. Bu dönemde daha çok Avrupa ve Orta Doğu üzerine yoğunlaşan ABD, elbette Güney Amerika’yı da ihmal etmiyordu.

Özellikle Şili’de 1973’te Beyaz Saray’ın desteğiyle Salvador Allende’ye karşı yapılan Pinochet darbesi ve 1989’da ABD ordusunun Panama’yı işgal etmesi, Washington’un Güney Amerika’da kendi egemenliğini korumaya çalıştığının en somut örnekleridir. Tüm bu müdahaleler, Soğuk Savaş boyunca Latin Amerika’nın “komünizm ile mücadele” gerekçesiyle kontrol altında tutulmasının bir yansımasıydı. Her ne kadar söylem demokrasi ve özgürlük üzerine kurulsa da Washington için asıl mesele kıtanın Sovyet etkisi altına girmesini engellemek ve ABD şirketlerinin çıkarlarını güvence altına almaktı.

Monroe’den Trump’a: 2.0 Monroe Doktrini dönemi

Şimdi ise Monroe Doktrini’nin kabul edilmesinden 202 yıl sonra ABD bir kez daha Latin Amerika üzerinde egemenliğini perçinlemek için yeni bir yol deniyor.

Monroe’den farklı olarak Trump, bu kez doktrin üzerinden değil, askeri operasyonlarla bölgede hegemonyasını güçlendirmek istiyor.

Trump, Karayipler’de ve Pasifik’te büyük bir filo konuşlandırarak kendince “uyuşturucu savaşı” başlatmış durumda. Fakat bu hamleler uyuşturucu savaşından daha çok Venezuela’da Maduro yönetimini devirme adımlarına benziyor.

Üstelik bölgeyi yakından takip edenler çok iyi biliyor ki; bu süreç ABD açısından başarıya ulaşırsa hedefte sadece Venezuela olmayacak; Caracas’ın ardından Küba, Kolombiya, Nikaragua ve Bolivya da hedef tahtasına oturtulmuş olacak.

Yeni ABD yönetimi, küresel güç mücadelesinde Güney Amerika’yı sorun çıkarmayan arka bahçesi olarak görmek istiyor. Latin Amerika’nın zengin doğal kaynakları, enerji hatları, tarım ve maden rezervleri Washington’un gözünde jeopolitik rekabetin vazgeçilmez unsurları haline gelmiş durumda. Bu yüzden Çin ve Rusya gibi güçlerin kıtada artan ekonomik ve askeri etkisi, ABD’nin yeni stratejisini belirleyen en önemli faktörler arasında yer alıyor.

Bugün yaşanan süreç, tarihin sadece bir tekrarı değil; modern koşullar altında Monroe Doktrini’nin yeniden yorumlanmış hâlidir. Washington’un hedefi değişmemiştir: O da Latin Amerika’nın dış güçlerle değil, yalnızca ABD ile uyumlu olması hedefidir. Fakat bu kez karşı cephede yalnızca bölge ülkeleri değil, Çin’in yatırım gücü, Rusya’nın askeri desteği ve Latin Amerika halklarının artan anti-emperyalist bilinci de bulunmaktadır.

Bu nedenle önümüzdeki yıllar, Güney Amerika’nın yalnızca kıtasal değil, küresel güç dengelerini de etkileyecek bir çekişmenin sahnesi olacağını göstermektedir. Monroe Doktrini’nin ruhu hâlâ yaşamaktadır fakat artık hem ABD’nin hem de kıtanın şartları çok daha farklıdır.