Gazze, Lübnan, İran, Yemen, Suriye, Tunus, Katar…

Geçtiğimiz iki yıl bize her şeyden önce İsrail’in hedefinin aslında sadece Filistin toprakları değil, herkes olduğunu apaçık bir şekilde öğretti. Artık ayan beyan ortadadır ki, İsrail durdurulmadığı müddetçe, ateşi bütün bir coğrafyaya yayma yolunda soluksuz adım atmaya devam edecek. Ne uluslararası hukuk, ne başka bir kriter İsrail’i engellemeye yetmeyecek.

Peki, bu gerçeğin son delili neydi?

Bilindiği gibi 9 Eylül günü Ortadoğuda yeni bir perde aralandı. İsrail, saldırganlıklarına bir yenisini daha ekleyerek bu kez Katar’ın başkenti Dohada HAMAS heyetini hedef alan bir saldırıya imza attı. Hatta öyle ki bu heyet ABD’nin de resmi muhatap olarak tanıdığı; işgalci İsrail’le ateşkes müzakerelerini yürüten heyetti.

Her şeyden önce altı kişinin hayatını kaybettiği ABD’nin de onayı ile yapılan bu saldırı, sadece Katara değil bütün bir coğrafyaya yapılmış bir saldırıydı. İsrail artık hiçbir sınır tanımadığını, ateşkes istemediğini, müzakereden yana olmadığını, hatta bölgenin diğer sakinleri için de kendince doğru zamanı beklediğini bütün dünyaya ilan etmiş oldu. Kimi kaynaklar saldırının başarısız olduğunu ve heyetin saldırıdan önce binayı terk ettiğini söylese de bendeniz asıl ana fikre odaklanmak istiyorum. O da İsrail’in kendi belirlediği sınırları zorlama çabası içerisinde olduğudur.

Peki ne demek bu?

Katar uzun süredir ABD ve Batı ülkeleriyle derin ekonomik ilişkiler kuran, bölgedeki en büyük ABD üssüne ev sahipliği yapan, ABD ekonomisine “yatırım” adı altında -yarım trilyon doları aştığı tahmin edilen- devasa miktarlarda bağışta bulunan, hatta ABD hükümetine Boeing 747 hediye edecek kadar ileri giden ve ABD savunma sanayine teşviklerde bulunan bir ülkeydi.

Katar siyasi bir merkeze dönüşme yolunda önemli adımlar atmıştı. Amerika’nın Taliban ile Afganistan’dan çekilme müzakerelerine ev sahipliği de yapmıştı. Rusya- Ukrayna Savaşı ateşkes görüşmeleri için akıllara gelen ülkelerin başındaydı. Gazze’de devam eden soykırım ile ilgili ateşkes görüşmelerinin yürütülmesine en büyük katkıyı sağlayan ülke de olmuştu. Bu süreçleri yürütürken ABD’nin resmi muhatabı oluyor, müzakerelere ev sahipliği yaparken tarafların hukukunu koruma çabası güdüyor, uluslararası ilişkilerde önemli bir rota olma yolunda ilerliyordu. Zaten HAMAS heyetinin orada bulunmasının sebeplerinden biri de Katar’ın bu yaklaşımı ve konumuydu. Ama bütün bunlar ABD onaylı saldırının önüne geçemedi.

Yani söz konusu Hamas heyeti ABD’nin İsrail’e resmi muhatap kabul ettiği bir heyetti ve İsrail ateşkes müzakerelerini ABD’nin de onayıyla bu heyetle sürdürecekti. Dolayısıyla bu durum bir noktada sürecin sınırlarının ABD-İsrail ortaklığında verilen onaylarla yürütüldüğünün de göstergesiydi.

Ancak gelinen noktada savaşı bölgeye yaymak için her fırsatı kullanan İsrail bu fırsatı da es geçmedi. Barış müzakereleri için masaya oturacağı heyeti vurarak bir yandan niyetini belli ederken, bir yandan da İslam ülkelerinin verdiği tavizlerle aşılan sınırları bir kez daha aşarak; istediği olmayınca oyunu bozma yoluna gitti. Yine bütün başı bozuklukla ilk önüne gelene saldırmayı seçti.

İsrailin Dohaya yönelik saldırısı, başını kuma gömmeyen, aklı başında hareket eden, düşünen herkes için bir uyarıdır. Bu hamle, sadece Gazze ya da Hamas liderliğini hedef alan bir eylem değil; yine bir bölgesel sınır ihlali, uluslararası hukukun yine altüst oluşu ve diplomasinin bir kez daha kayboluşudur. Dohada yalnızca Hamas müzakere heyeti değil; yeni bir egemenlik alanı daha hedef alınmıştır.

Yaşanan saldırıdan -hava sahasından uçak geçişine izin veren ülkeler de dahil olmak üzere- bölge ülkelerinin tamamı adına çıkarılması gereken dersler vardır. Her şeyden önce güvenliğin parayla satın alınamayacağı, bu saldırıyla birlikte bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır. Harcamaların, yatırımların, statü temelli savunma mekanizmalarının böylesine saldırgan bir tutuma karşı yeterli olmadığı açıktır. Bu tarz saldırganlıklara karşı korunmanın yolu haddinden fazla taviz vererek müzakere etmek değil; kendi güç dengeni kurmak ve savunma hattını oluşturarak bunların karşısında durabilmektir.

Bu noktada bölge ülkelerine düşen kendi sıralarını beklemektense gerekli adımları atmak olmalıdır. Her seferinde yeniden çizilen diplomatik sınırlar, ABD-İsrail dengesine uygun atılan adımlar, yatırım adı altında imzalanan anlaşmalar yalnızca Körfez ülkelerinin değil; küresel çapta tüm ülkelerin sırtında kambur olacaktır. Bu bağlamda Suudi Arabistan ile Pakistan arasında imzalanan savunma paktı anlaşması dikkate değer bir adımdır. Nükleer bir güç olan Pakistan’ın böylesine bir anlaşma içine girmesi bölgesel dengelerin yeniden gözden geçirilmesi anlamına gelmektedir. Türkiye de bir an evvel bu türden adımları atmalı, başta Pakistan, Mısır ve İran olmak üzere aynı içerikte anlaşmalar imzalamalıdır.

Diğer taraftan Milli Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, 22-26 Eylül tarihlerinde Arapça "Bahr El Sadaka", yani "Dostluk Denizi" adıyla Doğu Akdeniz'de Türkiye-Mısır ortak deniz tatbikatı düzenlenecek. 13 yıl aradan sonra ilk kez düzenlenecek tatbikatın tam adı "Türkiye-Mısır Dostluk Denizi Deniz Harekatı Özel Tatbikatı" olarak belirlenmiş. Uzun bir aradan sonra bölgemizde bu olaylar yaşanırken böyle bir tatbikat kararı alınması çok önemlidir. Bu tür adımlar diğer ülkelerin de katılımıyla genişletilerek devam etmelidir.

Zaman “üzümün sapı, armudun çöpü” denilecek bir zaman değildir. İsrail’in saldırganlığına karşı ortak hareket alanları mutlaka oluşturulmalı, bu pervasızlıklara karşı gereken tedbirler alınmalı, başta Gazze soykırımının durdurulması olmak üzere, bölge İsrail’in elinde bir oyuncak olmaktan bir an önce çıkarılmalıdır.