Bir önceki yazımızda sistemin kendini yeniden nasıl sürekli ürettiğini konuşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda da sistemin değişime karşı gösterdiği dirence değinmemizde fayda var. Her sistem, kendi sürekliliğini koruma refleksiyle hareket eder. Bu refleks, temelde yönetenlerin çıkarlarından değil, sistemin iç mantığından, yani kendisini ayakta tutan alışkanlıklardan doğar. Ama çıkar ilişkileri bu refleksin önemli bir parçasıdır. Bir kere yerleşmiş olan düzen, tıpkı bir organizma gibi kendisini savunur; bünyesine yapılan her müdahaleyi tehdit olarak algılar. Bu nedenle, sistemle mücadele etmek, yalnızca bir iktidar mücadelesi değil, hem görünür hem de görünmez olan bir direnişle yüzleşmektir.
Bu direncin en açık biçimi, kurumsal yapılarda ortaya çıkar. Devletin bürokrasisi, yargı sistemi, güvenlik kurumları, eğitim mekanizmaları ya da ekonomik ağlar, sistemin kurgusal mekanizmalarıdır. Yakın siyasi tarihimize baktığımızda değişimle ilgili taleplerin karşısına ilk bu kurumların çıktığını görüyoruz. Aslında bu kurumlar, sistemin vaaz ettiği dünya görüşünün görünmez taşıyıcılarıdır. Bu nedenle yönetenler değişse bile kurumların zihniyeti genellikle değişmez. Değişimi merkeze alan yeni bir siyasi irade geldiğinde bu kurumların değişim taleplerinin karşısında set olduğu ve siyasi iradeyi bir şekilde kendi çizgisine çektiği yakın siyasi tarihimizin gerçeğidir.
Türkiye’nin siyasal tarihinde bu durum defalarca gözlemlenmiştir. Devlet aklı denilen kavramın merkezinde yatan temel motivasyon da budur. Aynı zamanda beka sorunu, tehdit algısı, bölgesel güç olma vizyonu gibi hususlar da sistemin koruma reflekslerinin önemli bir parçasıdır. İktidar değişimlerinin bu döngünün rıza üreticisi olmaktan öteye geçemediklerini görürüz. Çünkü halkın beklentileriyle sistemin yürütücü gücü arasında yaşanan uyumsuzluk sistem için tehdit aşamasıdır. İktidar değişimleri halkta biriken tepkisel yoğunluğu aşındırarak değişim beklentilerini en az seviyeye indirir.
Bir de değişimin karşısında bizzat sistem ve aygıtlarının dışında halkın kendisi de olabiliyor. İtaat kültürü, istikrar vurgusu ve güvenlik kaygısını sistemin direnç hatlarının toplumsal karşılığı olarak görebiliriz. Bu yüzden bazen halkın bizzat kendisi, değişimin önünde bir engel hâline gelebiliyor. Mevcudu koruma arzusunu sadece sistemin kendini koruma içgüdüsü açıklayamayız, aynı zamanda halkın konfor alanını terk edememesi de bu durumun bir parçasıdır. İnsanlar, bildikleri düzenin kusurlarını, tanımadıkları bir düzenin belirsizliğine tercih ederler. Böylece değişim talebi, yalnızca yukarıdan değil, aşağıdan da dirençle karşılaşmış olur.
Hem sistemin kendisi hem de toplumsal istikrar bu şekilde birbirini besleyerek devam ederler. Bu direnç hattı, değişim taleplerinin karşısında kalkan gibi durur. Bu durumu aşmanın en önemli ayağı ikna etmektir. İyisiyle kötüsüyle hâlâ seçimler bu ülkede yönetimin belirlenmesinde önemli bir etkendir. Bu yüzden temel mesele halkın ikna edilmesidir. Halkın ikna edilmesi demek iktidarı ele geçirebilecek oyu almak demek değildir. Seçildikten sonra da halkın bütününe karşı söyleyebilecek sözü olmaktır. Çünkü değişim sadece dışarıdan baskıyla değil, içeriden anlamlı bir alternatif sunularak mümkün olur. Toplumsal ikna, sistemi de bu ikna etrafında yeniden inşa etmeye fırsat verecektir. Çünkü hiçbir sistem toplumsal rızanın dışında varlığını sürdüremez.