Toplumsal hayatın ahengini sağlayan en temel unsurlarından biri, özgürlük ile sorumluluk arasında kurulan dengedir. Bu iki kavram hem birbirinin eksi hanesine işlenecek şekilde karşıtı hem de birbirini tamamlama özelliğine sahiptir. Bunlar arasındaki bağ, yalnızca ahlaki bir gereklilik değil, aynı zamanda toplumsal düzenin sürdürülebilirliği açısından zorunludur. Her ikisi de hem bireysel olarak eylemlerimizi bütünüyle tercihlerimiz doğrultusunda kullanabilmeyi sağlar hem de toplumsal ahengin işlerlik kazanmasına doğrudan etki eder.
Özgürlük, insanın iradesini ortaya koyma imkânıdır; fakat bu imkân, sorumluluk bilinciyle yönlendirilmediği sürece gerçek anlamda özgürlüğe dönüşemez. Çünkü özgürlük, başıboşluk ya da duyarsızlık değildir. İnsan, toplumsal bir varlık olduğundan bazı sorumlulukları da yüklenmek zorundadır. Bu çerçevede sorumluluğa başkalarının haklarını ve ortak yaşamın bütünlüğünü gözetme yükümlülüğüdür diyebiliriz.
Özgürlük, sorumlulukla yönlendirilmediğinde keyfiliğe; sorumluluk, özgürlükten yoksun bırakıldığında zorunluluğa dönüşür. Yani daha somut olarak şöyle söyleyebiliriz: Özgürlükten koparılmış sorumluluk, sorgusuz bir itaate ve şuursuz kabullenişe; sorumluluktan koparılmış özgürlük ise başıboş ve bencil eylemler bütününe dönüşür. Her iki durum da hem bireyin hem toplumun sürdürülebilirliğini tehdit eder.
Hannah Arendt, özgürlüğü yalnızca bireysel bir hak değil, “başkalarıyla birlikte hareket etme” kapasitesi olarak tanımlar. Bu tanım, sorumluluk ve özgürlüğün aslında birbirlerinin tamamlayıcısı olduğu gerçeğini ifade eder. Aynı şekilde Kant’ın ödev ahlakı çerçevesinden değerlendirildiğinde sorumluluğu, bireyin yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda değil, evrensel ahlaki yasalar çerçevesinde eylemde bulunma zorunluluğu olduğunu vurgular. Bu bakış açısına göre özgürlüğü yalnızca “yapabilme” değil, “yapılması gerekeni seçebilme” yetisi olarak anlayabiliriz.
Peki, ülkemizdeki özgürlük ve sorumluluk dengesinin sağlanabildiğini söyleyebilir miyiz?
Türkiye özelinde özgürlük ve sorumluluk dengesinin hem tarihsel hem de güncel bağlamda sağlanabildiğini söyleyemeyiz. Bu dengesizliğin kökenleri Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan modernleşme sürecinde, devletin birey karşısında belirleyici ve baskın bir konuma sahip olmasında aranabilir. Cumhuriyet dönemi boyunca özgürlük çoğunlukla “devletin izin verdiği ölçüde” tanımlanmış, sorumluluk ise büyük oranda “devlete sadakat” ile özdeşleştirilmiştir. Bu durum, bireysel haklar ile toplumsal yükümlülükler arasındaki ilişkinin eşit ve karşılıklı bir anlayış temelinde gelişmesini engellemiştir.
Türkiye’de siyasal kültür, uzun süre boyunca devletin bekasını bireysel özgürlüklerin önünde tutan bir anlayışa yaslanmıştır. Özgürlükler, çoğu zaman kamu düzeni ve milli güvenlik gibi kavramlarla sınırlandırılmış, sorumluluk ise daha çok otoriteye uyum ve toplumsal düzenin korunması anlamında yorumlanmıştır.
Günümüz Türkiye’sinde ise özgürlük ve sorumluluk dengesinin oturmasındaki en büyük engel kutuplaşmadır. Farklı dünya görüşüne sahip olanların ve farklı kimliklerin kendi özgürlük taleplerini meşru görürken, ne yazık ki diğerlerinin taleplerini tehdit olarak algılayabilmektedir. Bu durum karşılıklı sorumluluk almayı engellemektedir. “Benim özgürlüğüm” ile “senin özgürlüğün” arasındaki sınır, çoğu zaman çatışma üzerinden çizilmektedir. Dolayısıyla toplumsal sorumluluk bilincinin yerleşmesi, özgürlüğün yeniden algılanması açısından önemlidir.
Türkiye’de özgürlük ve sorumluluk dengesinin yeniden inşası ancak toplumsal bilinç ve siyasal kültür dönüşümüyle mümkündür. Bu denge, özgürlüğün başkasının hakkını ihlal etmeyecek şekilde genişletilmesine; sorumluluğun ise yalnızca otoriteye itaat değil, birlikte yaşayabilme iradesinin gösterilmesine bağlıdır.