Danıştay’ın 146. Yıldönümü törenleri dün tam bir “beklenmedik son”la neticelendi. 

Türkiye Barolar Birliği (TTB) Başkanı Metin Fevzioğlu’nun “Van Depremi” temalı konuşmasına ve konuşmanın uzamasına kızan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, oturduğu yerden “Edepsizlik yapıyorsun!” diye tepki gösterdi ve salonu terk etti.

Feyzioğlu, kürsüden ‘”Ben edepsizlik yapmadım, kimseye de edepsizlik yapıyorsun demeyi kendime yakıştırmam.” dedi ama durumu kurtaramadı.

Başbakan ve beraberindekiler, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erdoğan’a “fiziksel” temasına rağmen salondan çıktı.

Peki, gelelim Başbakan Erdoğan’ın neden patladığına;

1) Dünkü olaya sebebiyet veren Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu daha düne kadar Başbakan Erdoğan’la “yakından” görüşen isim değil mi Balyoz ve Ergenekon’dan tutuklu olanlar için “Yeniden yargılama”yı gündeme getiren ve Ergenekon tahliyelerinde başrol oynayan kişi değil mi Erdoğan-Feyzioğlu ekranlarda boy boy birlikte görüntü vermediler mi

2) O halde patlamanın nedeni Feyzioğlu ya da konuşmasının içeriği/uzunluğu değildir, başka bir sebep olmalı. Başbakan Erdoğan’ın dünkü patlamasının sebebi, Haşim Kılıç’tır. Nasıl yani Başbakan Erdoğan, Anayasa Mahkemesi kuruluş yıldönümünde, Haşim Kılıç’a cevap veremediği için dün Metin Feyzioğlu’na patlamıştır.

3) Haşim Kılıç’a, çok arzu ettiği halde göster(e)mediği tepki, Metin Feyzioğlu’nun üzerine boca edilmiştir. Şayet, Anayasa Mahkemesi töreninde ya da sonrasında Erdoğan Haşim Kılıç’a bir cevap verebilseydi, dünkü boşalma asla ve kat’a yaşanmayacaktı.

4) Erdoğan’ın Metin Feyzioğlu’na bu denli sert çıkması, biraz da Haşim Kılıç’ın Cumhurbaşkanı adaylığına adı geçmesindendir. Olayın boyutu büyük oranda “psikolojik”tir, anlayacağınız…

5) Benim kanaatim şudur; Erdoğan Feyzioğlu ile daha da görüşmez. Bir şey değil de… Yazık oldu “Balyoz”culara…

AYAKKABISIYLA MESCİDE GİREN PAŞA!

1980’li yılar…

Askeri ihtilal olmuş, tüm taşlar yerinden oynamış, siyasi partiler kapatılmış, siyasi partilerin liderleri hapishanelere tıkılmış, tüm kamu kurum ve kuruluşların Genel Müdürlüklerine, belediye başkanlıklarına, valiliklere, kaymakamlıklara, aklınıza gelen hangi önemli makam varsa tümünün başına ya emekli ya da muvazzaf bir paşa/albay/teğmen getirilmiş…

Ben o yıllarda Erzincan İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciyim.

İHL lise birinci sınıf öğrencisiyim.

Başbakanlığa bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesinde bulunan Vakıf Öğrenci Yurdunda kalıyorum.

Zaten başka da imkanımız yok.

Vakıf Öğrenci Yurdu olmasa ortaokul liseye gitmemiz imkansız.

Köyde çoban olmaktan başka seçeneğimiz bulunmuyordu.

Bana “Mutluluk Yolu” isimli ilk romanı vererek okumayı sevmeme vesile olan Köy imamımız Mehmet Subaşı, ve bizi guruplara ayırarak (Arı Gurubu ve Bülbül Gurubu, ben Arı gurubunun lideri idim) ders çalışma azmimizi zirveye taşıyan köy öğretmenimiz Behzat Erdağı olmasa idi zaten İmam Hatip Lisesi maceramız da oracıkta bitecekti.

Bu müthiş ikilinin, sık sık merhum babama, “Bu çocuğu okutacaksın, yoksa elimiz iki yakanda olur.” ısrarları sonucunda ilkokul sonrası okul yolu açılmıştı…

Okul yolu açılmıştı ama Erzincan’da nerede kalacaktım

Hepsinden önemlisi, İmam Hatip Lisesi sınavını kazanabilecek miydim İmam Hatip Liseleri’nin en revaçta olduğu yıllardı ve İHL’ye kayıt olmak için sınavı geçmek gerekiyordu.

Yıl, 1977 idi…

Anarşinin hemen her sokak ve caddede hüküm sürdüğü yıllar…

İHL ortaokuluna 250 kişi alınıyordu ve neredeyse 1000’in üzerinde bir müracaat vardı.

Elhamdülillah; Mehmet Subaşı ve Behzat Erdağı’nın verdiği temel eğitimle İHL sınavını başarıyla geçtik.

Geriye bir önemli sınav kalıyordu; kalacak yer meselesini halletmek için Vakıf Öğrenci Yurdu sınavında ön sıralarda yer almak.

Erzincan Vakıf Öğrenci Yurdu Müdürü Salim Yıldırım isimli genç bir eğitmendi.

Buraya da müracaat sayısı, kontenjanın çok üzerinde idi.

Çok şükür bu sınav ve mülakatı da alnımızın akıyla geçtik ve 7 sene sürecek olan İmam Hatip Lisesi yıllarımız böylece başladı..

***

İşte bu yıllardan size asıl anlatmak istediğim asıl sahneye geldik.

1980 askeri ihtilalinden hemen sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bir paşa atandı, askeri yönetim tarafından. Adı, yanılmıyorsam Galip Yiğitgüden idi…

Ve bu paşa göreve geldikten hemen sonra ilerleyen yaşına rağmen il il dolaşarak Vakıf Öğrenci Yurtlarını teftiş ediyordu, beraberinde kalabalık bir bürokrat topluluğu ile…

Bir sabah, “Paşa teftişe geldi” haberi hızla yayıldı.

Biz dar uzun koridora dizildik.

Hepimizin saçı 3 numara.

Üzerimizde kırışık buruşuk elbiseler, çoğumuzun ayağında lastik, durumu biraz daha iyi olanlarda iskarpin.

Ama hepimizin gözlerinde ortak bir merak hapsolmuş durumda; Acaba nasıl biri paşa Paşa nasıl bir insan ola ki!

Müstahdemlerin alelacele yerleri paspas etmesinden ve yurt binasına Müdüriyet kapısından girildiğinde yer alan Atatürk büstünün sağına soluna çiçekler yerleştirildikten hemen sonra günlerdir konuşulan Paşa geldi.

Paşayı nihayet çıplak gözle de görebilecektik.

Paşa’nın hemen sağında Erzurum Vakıflar Bölge Müdürü İsmet Öztürk, solunda ise Yurt Müdürü Kadir Akarkaya vardı.

Paşa bir yandan bizlere gülücükler dağıtırken, başımızı okşarken, öte yandan gözü koridorun sağlı sollu kapılarındaydı.

***

Paşa, bir kapının önünde geldi ve durdu.

Koridorda birden herkesin gözü o kapıya kilitlendi.

Paşa kimseye bakmadan biraz da asık bir suratla, elindeki bastonunu da yere vurarak o kapıdan hızla içeri daldı.

O kapının açıldığı oda mescitti. Zemin halı kaplıydı.

Ve paşa ayakkabılarını bile çıkarmaya lüzum hissetmeden yurt mescidine baskın yapmıştı.

 

VAKIFLAR “ALICI” DEĞİL “VERİCİ”DİR…

 

Önümüzdeki hafta Vakıflar Haftası…

Devlet büyükleri Vakıfların öneminden bahsedecek.

Hafta boyunca, Osmanlı döneminde vakıflara gösterilen hassasiyetten söz edilecek, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün icraatlarından, faaliyetlerinden dem vurulacak.

Son zamanlarda kimlerin nasıl bağışladığı -tam olarak da anlaşılamayan- hangi paralarla kurulduğu belli olmayan vakıflar da elbette konuşulacak.

Hani, şu yüksek bütçeli vakıflar.

Hani, şu devlet ve hükümet kademesinde önemli isimlerin kurucu/genel müdür olarak yer aldığı vakıflar…

Arsa bağışlanan vakıflar…

Oysa Osmanlı geleneğinde vakıflar nasıl bir çizgide yürürdü;

 Vakıf almaz, verir.

 Vakıf yemez, yedirir.

 Vakıf korunmaz, korur.

 Vakıfa bağışlanmaz, vakıf yardım eder.

 Vakıf yardımlarını alacakaranlıkta yapar, kimselerin o yardımı görmemesi, yardım alanların da rencide olmamaları için… Açıktan, tüm kâinata ilan eder gibi yardım yapılmaz.

Günümüzde de böyle vakıflar var mı acaba

NOT: :  Bugün 11 Mayıs 2014, Pazar… 1) Emekliler yılda 15–20 TL zamla, hâlâ sürünmeye devam ediyor. 2) An itibariyle asgari ücretli “nasıl geçineceğim ” diye feryat ediyor. 3) Bu parlamento ve mevcut AKP iktidarı, 2011’den bu yana verdiği yeni ve sivil anayasa sözünü yerine getiremedi. 4) 28 Şubat darbesi döneminde kapatılan, yoksul-zeki Anadolu çocuklarının barındığı Başbakanlığa bağlı Vakıf Öğrenci Yurtları hâlen kilitli. Otur, sıfır!