Aralık aylarında, belediyelere ait mekânlarda yapılan anma toplantılarının çoğu zaman garip çelişkilerin sergilendiği, kültürel bakımdan parçalanmışlığın yansımaları olarak görünür. Fakat çok seslilik biraz da budur. Farklı dünya görüşünden şahsiyetlerin bir arada bulunması, hatta ortak bir kültürü beslemeleri gerekir. Fakat basın bunlara karşı düşman fikirlere mensup insanlara yaklaşır gibi yaklaşırsa burada tuhaflık vardır.
Yahya Kemâl le başlayan, Mevlâna ve Mehmet Âkif le sürdürülen anma toplantılarına ilgi göstermeyen basın, kiliselerde kutlanan Chrismast ve Noel Baba şenliklerine başka bir tavırla yaklaşır ve binlerce kişinin kendisini kaybettiği yılbaşı eğlencesine alkış tutar. Merkez medyaya mensup gazete ve dergilerde yılsonu değerlendirmeleri yayınlanırken, çoğu zaman millî değerlere muhalif yazar ve sanatçıların başarıları ön plana getirilir. O yüzden de 30 yıldan beri ülke nüfusu iki misli artarken basının tirajı yerinde sayar.
Necip Fazıl ın bir neslin yetişmesine vesile olan ve 10 yıl süren aylık MTTB konferansları da Bâbıâli nin tam ortasında gerçekleşmesine ve salonlara sığmamasına rağmen, basın ondan hiç söz etmez, marjinallere önemle kulak verirdi. Ben bir tanıtma kitabı yayınlayıncaya kadar Asaf Hâlet Çelebi, TRT dizileri çekilinceye kadar Küçük Ağa romanıyla ilk kez resmî ideoloji dışında İstiklâl Savaşı romanı yazan Tarık Buğra ve yeni Türk şiirinin tartışılmaz gözde şairi Sezai Karakoç merkez medya tarafından görmezden gelinirdi.
Bu ay vefat ettiği halde merkez medya tarafından hiç hatırlanmayan A. M. Efendi nin de suçu yerlilik ve milliliktir. Onun romanlarına ve gazete yazılarına yansıyan, batının teknik ve medeniyet yeniliklerini alalım, ama kendi kültürümüzü ve ahlâkımızı koruyalım diyen tavrı ile Mehmet Âkif in Safahat taki tavrı arasında benzerlik ortadadır. İkisi de sathî değil, sahici bir yenileşmeden söz ediyorlardı. Bu yüzden ikisi de bir dönemin dekadanları, yani çöküntüye uğrayan Servet-i Fünuncular tarafından edebiyat dışı telâkki edildi.
Her alanda politizasyon olduğu için de bütün kültür hayatımızın ciddî bir değerlendirmesi yapılmadan, milyonların önünde düzenlenen armağan törenleri de, körler sağırlar birbirini ağırlar mantığını sergiliyor...
"Dekadanlar Cumhuriyeti"
Cumhuriyet döneminin sözcüleri Millî Mücadele edebiyatının etkisiyle başlangıçta fanatik Batı düşmanı olmuşlardı, ama kısa bir süre sonra Dekadanların saflarına geçtiler. Böylece, Ankara nın Yenişehir semtine yerleşen yeni dönemin seçkinleri yeniden halktan kopmuş oldular. Bu arada halktan kopuk tavırlarıyla geliştirdikleri ideolojik ve şematik bir sanat telâkkisiyle büsbütün yapay bir kültürün peşine düştüler.
Bunların sözcülüğünü yapan Yakup Kadri ve Falih Rıfkı gibi yazarlar yanında, Hüseyin Cahit ve Ataç gibi eleştirmenlerin yetersizliği kimsenin dikkatini çekmedi. Bu yolda eserler veren ve Kemalizm ile hümanizmden sosyalizme köprü kurmaya çalışan Sabahattin Eyüboğlu ile Yaşar Nabi gibi ikinci kuşak da yetersizdi. Çünkü agnostik zihniyet kendine taraftar ve sözcü buldukça seviniyor, estetik değeri önemsemiyordu.
Mehmet Âkif i de Yahya Kemal gibi şahsiyetleri kalıplaşmış sözlerle her yıl belli biçimlerde anan insanlar ise, yasak savma türünden törenler düzenlediler, ayaküstü söylenmiş hamasî sözlerle geçiştirdiler. Bu sözlerin anlamı, bir düşünceyi geliştirip de muhatabına ulaştıramayan insanların perişanlığıyla açıklanabilir.
Sonunda erbabına malum olan pek çok şey, bu törenlerdeki sathî konuşmalarla meçhul hâle getirilmekten başka bir şey yapılmıyor. Bazı gazete ve dergiler dışında, maalesef bütün anma toplantıları aynı sathiliği sergiliyor. Protokol sıralarında oturanlarla takdim konuşması yapanlar, sanki bir tiyatro oyununun değişmez figüranları gibi aynı mütebessim yüzle birbirlerine iltifat ediyorlar. Ne alkışladıkları ve ne de eleştirdikleri insanlar hakkında yeteri kadar bilgileri var. Başkalarının onlar adına okuması, düşünüp hüküm vermesi yeterlidir. Bazen de partilerin desteklediği bu toplantılar tam bir salon mitingine dönüştürülmektedir.
Bu tuhaf anma toplantılarında, bir durum değerlendirmesiyle özeleştirisini yapabilen bir eski solcu veya batıcı konuşmaya başlarsa, hayatının önemli kısmını yanlışta geçiren ilerici zât, o gün gündemin ve tabii dünyanın merkezine oturmuş olur. O konularda hata yapmış olması büyük bir faziletmiş gibi davranılır.
Yasak savar gibi yapılan anma toplantılarında pek çok kişi söylediklerine inanmaz, yahut sözünü ettiği şahsiyetin eserlerinden hiç birini okumamıştır. Onun büyüklüğünden söz ederek kendi küçüklüğünü düşüneceğine, onun eteklerine yapışarak büyümeyi aklına koymuştur. Aslında onu anlatmak önemli değildir, kendisini sunmak başlıca meselesi olmuştur. O yüzden bazıları konuştukça kendisini kaybeder, ne dediğini bilmez.
Müslümanlıkta yas tutmak elbette yasaktır. Ama ölülerimizi hayırla anmakla emredilmişiz, elbet anacağız. Bu vesileyle onun dâvası hatırlanmalı. Bu anma toplantılarında kimse ezbere konuşmamalı, kendisini kaybetmemeli ve onların temsil ettiği iyi vasıfları kuşanma konusunda nefsimizle hesaplaşmaya girmeliyiz. Bunlar olmayınca, ya kuru bir böbürlenme, ya da kötü bir yazıklanmadan öteye gidilmiyor böyle toplantılarda.
Oruçsuz ve namazsız aydınlar
Yıllardan beri bütün dünyada olduğu gibi bizde de batıcı telâkki özel ve resmî kurumlar tarafından desteklenir. Batılı sanatlar resmi teşviklerle, ödeneklerle sürdürülür. Yerli kültürü savunanlar hep sahipsiz...
Mevlânâ dan Ahmet Mithat a, Âkif ten Yahya Kemal e büyüklerini saygıyla anan Müslüman Türk milleti, putperestlerden Hıristiyanlara geçen yılbaşı törenlerini büyük bir rahatsızlık duymadan karşılamaya hazırsa, burada oturup düşünmek gerekir. İkisine birden bağlılık, dinî ve kültürel bakımdan parçalanmışlığın göstergelerinden biri değilse, bir tür saçmalıktır.
A. M. Efendi nin tarihe romancı dikkatiyle yaklaşımı Kemal Tahir de, gazeteci dikkatiyle sokaktaki insanın kaygılarının okur-yazarlara yansıması Attilâ İlhan da görülüyor. Bunlar da onun gibi tefrika edilecek dizilere senaryolar yazdılar, birbirini bütünleyen romanlara kalıplar ve şemalar hazırladılar. Bu yazarların da armağan peşinde koşan daha genç yazarlar gibi popüler olmaktan fazla bir endişesi olduğunu ve sanatçının yeni şeyler keşfetme tutkusunu taşıdıklarını sanmıyorum. Fakat halka yakınlık yüzünden onunla benzerlik taşımaları, bir bakıma ikisinin de A. M. Efendi gibi, belli çevreler tarafından aforoz edilmesine yol açmıştır.
Tarık Buğra ise, roman kişilerini belirli bir tarihsel dönemle ilgilendirerek anlatma eğilimiyle romanımızdaki bir geleneğe yaslanmış gibidir. İktidar oyunlarına karşı halkın tutumunu doğru tarih gerçeğiyle ortaya koyarken, bilerek veya bilmeyerek Kemal Tahir gibi o da A. M. Efendi nin romancı tarzını sürdürmüştü.
Anma toplantılarında bunca "malûm" arasında "meçhul" hâle getirilen şey, iman heyecanıdır. Bu heyecan, Âkif in İstiklâl Marşı nda dile getirdiği şeydir. Buna rağmen Safahat yayınlarındaki sansürleri Âkif e mal ederek, onun Sultan Abdülhamid e kızgın, ama Tevfik Fikret e müsamahakâr olduğu söylenmek istenir.
Mehmet Âkif gibi dinî telâkkilere bağlı olduğu için önce Muallim Naci, sonra da Necip Fazıl ve onu üstat bilen pek çok sanatçının görmezlikten gelinebilmesi, gerçekten üzerinde durulacak önemde büyük bir haksızlıktır. Fransızların bazı isimleri "sükut suikastı"na tâbi tutması gibi kasıtlı tavra karşı çıkmak gerekir.
Tevfik Fikret ve Nazım Hikmet denince kendilerini kaybeden bazı aydınların Âkif ve Necip Fazıl ın dinî ve millî duyarlığına böylesine yabancı olması, hatta sağır ve kör davranması, çok ciddî bir yozlaşmadır...
Oruçsuz ve namazsız bu aydın kalabalığı, ne kandilleri biliyor, ne de Kur an dan haberdar. Bu Dekadanların sahip çıktığı her şey batıyor, bütün değerleri sahte. İtalyan Kilisesi nde Christmas Âyinleri seyrederken, kendi dinlerinin mabetlerine bir turist kadar bile gidemeyişleri ise, büsbütün tuhaf bir zavallılıktır.
Mevlâna ve Nasreddin Hoca gibi şahsiyetler UNESCO tarafından gündeme getirilmese merkez medyada haber bile olamaz. O yüzden de bu medyanın güdümünde geliştirilen yabancılaşma yaygınlaşmaktadır.