Karşılaşılan, yaşanılan, uğraşılan sorunların, güçlüklerin farkına varılması, tespit edilmesi gibi ilk kademe olarak nitelendirebileceğimiz hususunda bir dereceye kadar ortak bir yaklaşımın olduğu söylenebilir. En azından genel bir adlandırmada çok fazla ayrılıkların ortaya çıkma ihtimalinin düşük olacağı öngörülebilir. Çünkü sorun olarak ortaya çıkan şeyin vesile veya nedeni, bölge ve toplumlar bağlamında tezahürü farklı biçim veya görünüşte gerçekleşse ve belli ölçülerde algılanması değişiklik gösterse bile doğurduğu etki ve sonuçlar itibariyle fazla bir farktan söz edilemeyebilir. Burada bölge veya coğrafya ve toplum farklılıklarına rağmen İslam’ın temel inanç ve sembollerinin, ortak duygu bakımından içselleştirilmesinin sorun oluşturmadığını tespit etmek gerekir. Aksine bu temel inanç ve sembollerin, dayanılması gereken ortak bir bilinci oluşturmanın ötesinde, bir ırmağın üzerine kurulmuş bulunan bir baraj gibi potansiyel bir güç olarak işlevsel mahiyette mevcut halde bulunduğunu işaret eder bu. Minarenin (mimarisi farklılık gösterse de) görüldüğü, ezanın okunduğu bir yerde ve toplumda, işte içselleştirilmiş olarak bulunan o potansiyel güç kendiliğinden harekete geçer, o ortak bilinç hayat ve hareketinizi yönlendirir, belki de bir daha karşılaşmayacağınız o topluluğun mensubu olduğunuz duygusunu edinirsiniz.

Kendi kavrayışımız, anlayışımız, tarihi ve kültürel müktesebatımız temelinde birtakım eksiklikler, yanlışlıklar veya aşırılıklar şeklinde değerlendirdiğimiz farklı bölgelerdeki ve toplumlardaki uygulamalara bakarak dışlayıcı bir tutum sergilememiz daima olasıdır. Benzer tutumu bir başkasının bize karşı göstermesi de imkân dâhilindedir. Fakat bu durumda, İslam’ın temel inanç ve değerlerinin kabulü bakımından bir sorun üretmeye yönelmemiz, kendi kendimizle bir çelişkiye götürebilir bizi. Çünkü kendi kavrayışımızı, anlayışımızı ve tutumumuzu, inandığımız inanç ve değerlerinin yerine birebir ikame ettiğimiz anlamına gelir ve dolayısıyla bütün insanlara bir mevhibe, armağan olarak bildirilmiş olan dini bencillikle tesahup etmiş oluruz. Oysa o herkese, bütün insanlara ve insanlığa açıktır, deyim yerindeyse, “mir-i mal”dır. Sözgelimi hadisleri “Concordanses” başlığı altında toplayıp yayınlayan kurum başka bir inanca sahip araştırmacıların ürünüdür. Keza tarih, hukuk veya fıkıh alanında Batıda yayımlanan sayısız çalışma örnekleriyle karşılaşıyoruz.

Çözüm için kuşkusuz ilk adım onun doğru tespit edilmesidir. Ancak tespit işleminin, sorunun mahiyetini tam olarak ortaya koyabilmesinin öncelikli şartı, teknik ifadesiyle, uygun usulün, yani yöntemin bulunmasıdır. Çünkü yöntem bakımından uygunsuz ve yetersiz bir seçim, sorunun kendisini ve mahiyetini tam olarak ortaya çıkartmada ve belirlemede birinci derecede önemlidir. Açıklayıcı olması bakımından bilimin günümüzdeki anlaşılışı ve tanımlanışını, bu bağlamda yapılan tartışmaları ve eleştirileri hatırlamak yerinde olur. Özetle, bilim, tanımı, konusu, niteliği, farklılığı, sınıflanması itibariyle izlediği ve başvurduğu yönteme göre belirginleşmekte, kimlik kazanmaktadır. Edindiğimiz ve kullandığımız bilgi de buna göre bir anlama, niteliğe, doğruluğa veya yanlışlığa, değere sahip olabilmektedir. Fizik biliminden edindiğimiz bir bilgiyi, fizik alanında olduğu gibi psikoloji veya sosyoloji alanında kullanmaya kalktığımızda, en azından ulaştığımızı sandığımız insan ve toplum bilgimiz yanlış yargıların kurulmasına götürecektir bizi.

Sözü şu noktada bağlamak yerinde olabilir: Bütün yazılarını olmasa da, Karar gazetesindeki son aylardaki yazılarıyla sevgili Mehmet Ocaktan, Yusuf Ziya Cömert ve İbrahim Kiras, sanat, edebiyat ve düşünce bağlamında ufuk açıcı ve sorgulayıcı bir tutum sergiliyorlar. Mehmet Ocaktan’ın yazılarında tartışmaya açmak istediği Batı ve uygarlığına bakış, demokrasi, birey, hukuk devleti, insan hak ve özgürlükleri gibi konulara yaklaşım tarzının yeniden ele alınması gereğine vurgu yapmaktadır. İşte bu, sanıyorum yöntem sorununu önceleyen bir yaklaşımı işaret eder nitelik göstermektedir. Nitekim 4 Nisan tarihli din, hukuk ve ahlak kavramlarını irdeleyen yazı örnek olarak burada anılabilir. Elbette bir gazete yazısında bu kavram ve olguların bütünüyle çözümlenmesi beklenemez. Sanıyorum akademik çevrelerde, özellikle hukuk, siyaset ve sosyoloji alanlarında genel olarak değinilen, ama pek bütüncül bir yaklaşımla ele alınmamış olan din, ahlak ve hukuk kavram ve konuları üzerinde oylumlu bir şekilde durmak gereği vardır. Yeri gelmişken, ilk baskısı biten “Ahlak-Hukuk İlişkisi” adlı doktora çalışmamı burada hatırlatmakla yetiniyorum. Çalışmanın Hukuk Felsefesi alanında olması, diğer alanlara bakışta önemli bir başlangıç olacağını belirtmek gerekiyor.