İnsanın yaşanılan dünyanın dışında kaldığı, tanımı yapılmamış imkansızlıklar vardır. İmkanın bile sorgu götürdüğü, bir tanımın içine yakışmadığı anlar… İnsanın insanlar arasında yer bulamadığı, tutunamadığı; kuru dalların bile tutunmak için uzanıldığında kendini çok mühim zannedip insandan kaçındığı ortamlar vardır. Garipler, hayatın tutunacak bir yanı olmadığını gayet iyi bilirler. Dünya ile ilişkilerini, ilişiklerini de biz müşahede eder, konumlarını biz takdir ederiz. Bizi çok ilgilendirdiği, umursadığımız, vicdan yaptığımız, sorumluluk hissettiğimiz için değil; korktuğumuz, çekindiğimiz, beki iğrendiğimiz, tiksindiğimiz için bu dünyada yaşadıklarına dair malumatımız vardır. Onların toplum içinde insanlara bulaşmadan ve herhangi bir kategoriye dahil olmadan, bir tanıma sığmaksızın yaşıyor olmaları nedense yer edinmiş, yerleşmiş, konumunu pekiştirmiş insanları rahatsız eder. Toplumda yeri olan insan, toplumun fertlerine karşı güvende hissetmek, kendini garanti altına almak, her türlü kârdan ve zarardan emin olmak ister. Gayrısı tekinsizdir, netamelidir; dokunulmaz hayatlar için kasvettir, anlamsızca kaotiktir.

Hayatın paralelinde ve kendi iradesi dışında dünyadan kopuk yaşayan bu insanların en çarpıcı örneğini Derviş Zaim’in 1996 tarihli Tabutta Rövaşata isimli eserinde görürüz: Mahsun Süpertitiz… En asgari şartlarla sürdürdüğü hayatının her tarafına dokunulan, dokunulmakla kalmayıp bütün haklarına tecavüz edilen;  herhangi bir örseleme karşısında itiraz geliştiremeyen, hiçbir şeye yönelik karşı duruş hakkı olmayan; vatandaşlık hakkını ancak bir başkasının hayatına değdiğinde dayak yemek üzere edinen bir insan profili… Mahsun için devlet yoktur, devlet için Mahsun yoktur. Onun dünyada var oluşu devlete göre ve devlet tabirince ara sıra sancıyan bir urdur. Kanamayan, sadece bir yere değdiğinde sancısı duyulan, söküp atmanın, iyileştirmenin kabil olmadığı bir ur. O sancıyı insanlar ve devletleri ancak Mahsun araba çaldığında duyumsar. Bir hastalık değildir Mahsununki; bir yerde kendini ifade etmek, varlığını hissettirmek için, yakalandığında dayak yiyeceğini bilerek gerçekleştirdiği bir eylemdir. Dahası kısa süreli özgürlük, başka mekanlara açılmak, hapsolduğu kabuğun dışına çıkmak ve en önemlisi ısınma ihtiyacını gidermek için bir barınak bulma çabasıdır. Soyadındaki titizliği de tam orada görürüz; Mahsun çaldığı araçları yerine bırakmadan önce siler, temizler, parmak izlerini bile yok eder. Kendisinden esirgenen bir barınağa, bir çatı altına sığınma lüksünü, araç çaldığında o arkadaşlarından esirgemez; teknede branda altında uyuyan ve kendisini aynı brandanın altına kabul etmeyen Sarı’ya koşup araba bulduğunu, gelip ısınmasını söyler. Keza tuvalete bakma karşılığında kısa süreli yatmasına izin verilen odayı eroinman ablanın da istifadesine sunar. Bir başka sekansta yine bir ateş etrafında ısınmak için çabalayan sokak insanlarını görüp onlara ‘Niye kahveye sızmıyosunuz’ diye taktik verir. Halbuki aynı kahvede kendisi de barındırılmamakta, çay borçları Reis tarafından ödense bile Zeki’nin hışmına uğramaktadır. İnşaatlar tamamlanıncaya kadar onların, tamamlandıktan sonra vatandaşlığında herhangi bir sıkıntı olmayanların mekanlarıdır. Mahsun ve Mahsun gibiler ise asla vatandaşlık statüsü kazanamamıştır. Bir yara oluşları başkalarınca tespit edilen, aksi takdirde varlığı kabul edilmeyen, insana ait düzmece ama genel kabul gören varlık alanının tamamıyla dışına itilmiş bir yaşamaktır onlarınkisi. Ağaç gibi tek ve hür değil; her yönüyle kısıtlanmış, kıstırılmış, tutuklanmış bir hayat. Hapsedilseler kısmen özgürlükten, insan yerine konulmaktan, bir sıfat edinmekten söz edilebilir. Ancak hapishanelerin bile kabul etmediği, Mahsun’u hapsedip önüne bir kap yemek koymayı lütuf olarak gördüğü ve devletin değişmez çehresinin elbette böyle bir lütuftan kaçındığı bir hayat düzlemidir nasibine düşen.

Bir yaşam kamusal alanı nasıl rahatsız eder? Değil insan, değil kamu, alanın kendisi yani inşaatlar, metruk binalar, sur içleri, köprü altları, banklar, parklar bile dile getirilemeyen bir rahatsızlığı ima eder. Komiserin sıkılmak olarak ifade ettiği o elim tirad, o devletin itiraf etmeye tayin edilmiş memur ağzı; “Ben dayak atmaktan sıkıldım, o yemekten sıkılmadı. Ben hapse tıkmaktan sıkıldım, o hapiste yatmaktan sıkılmadı. Gardiyanlar sıkıldı, savcılar sıkıldı, hakimler sıkıldı, memleket sıkıldı, bu hayta sıkılmadı. Memurlar sıkıldı, amirler sıkıldı, bekçiler sıkıldı, psikologlar… Psikologlar bile sıkıldı, evet, doktorlar sıkıldı, hastaneler sıkıldı. Bir o sıkılmadı.” şeklinde bezginliğini dile getirmekten çekinmez. Sözünü ettiği kişilerin ve kurumların hepsi devletin malıdır. Mahsun ise devlete göre, devletin kullarına göre ve insanlara göre adı konulmamış bir hayaletten ibarettir. O hayalet hiç de Casper gibi sevimli falan değildir. Pekala insan denen varlık hayaletlerden, cinlerden, daha fenası ruhlardan korkar.

Bir ruh taşıdığını unutarak ancak ruhsuzlukla muamele ettiğimiz Mahsunlar bizi boğacaktır! Tüm yaşamın hesabını verebilmeyi göze alan insanlar, Mahsunların hesabını verememekten elbette korkmalıdır. Bir teneke içinde yakıp ısınmaya çalıştıkları ateş; Mahsunları kazanmadıkça bizi saracaktır. İçinden ırmaklar akan cennetleri burada, içinde Mahsunların olmadığı ateşleri öbür tarafta yaşamaktan korkmayan ameline sığınsın!