Son yeşilin sesine kulak vermek gibi bir acelecilik insanlarda.
Güneşin kokusunu kaçırmama kaygıları biraz da.
Denizin tadını damakta gezdirme telaşı.
Güz senfonisine dikkat kesilme.
Kasım kuşlarının resitaline yetişme.
Aa ne kadar da benzemekte bülbüle, şu sakanın sesi; diyen eskiler.
İlle de eskiler.
Gençler soru çözmekten kafayı kaldıramadıkları için.
Doğayı sevenler kulübünde sadece yaşlılar.
Hayatı öğrendiğimiz.
Mutluluk bize çok gelmekte alın siz de giyin, diyen gülen gözlerinde huzur, yaşlılar.
Gözlerinde gelincik tarlaları.
Dudaklarında iğdeli derelerin şıkırtısı.
Ellerinde karpuz kokusu.
Küçük bir çocuk gibi, yeni neslin dikenli tellerine değmekten korkan.
Kaktüsler sarmış bakışlarından usanan.
Ölüme doğan insan ailesinin sınırdaki sakinleri.
Hazan arkasını döndü kışa deyip.
Ömrünü sele veren o kutlu nesil.
Bir mevsimi öksüz bir çocuk gibi bırakıp diğer mevsime koşan kuşağa bakıp da şaşa kalan.
Bütün nimetlere burun kıvıranlara dalıp giden.
Tarhana çorbası ile mutlu bir kuşağın son halkalarından.
Kilim dokuduğu tezgâhlara türküler çığıran.
Yorgan sırladığı hasırlara şiirler yazan.
Kaval sesi ile sitilleri kapıp koyunların geldiğini anlayan.
Güvercinlere ekmek ıslatan.
Destileri çeşmede doldurup omuzlarına atan.
Ekmek tahtalarını saca sallayan.
Turşu fıçılarına sirke katan.
Ateş dolu mangalı harlayan.
Sedirin örtülerini silkeleyen.
Hure Hatun’un torunlarından Havva’ dır adım diyen.
Gelinlerinin hiddet dolu bakışlarından usanıp da, biz eski gelinler öyle mi yaptık kayınvalidemize diye hüzünle gözyaşı döken.
Ondan daha güzel bir gün olabilir miydi diyen Sabahat Teyze.
Düğün müydü, düş müydü kanatlanmış uçuyordu.
Sonra o günden daha acısı var mıydı
Erken yaşta hayattan kopan yaşam yoldaşı.
Sık sık şu cümle gezinirdi dudaklarında:
“Annem öldü, çok ağladım, deli divane oldum ama yuvam yıkılmadı. Gel gör ki eşim öldü; kapım kapandı, ocağım söndü, ışığım karardı, yuvam yıkıldı.
Çocukların yanında yarım kaldım yârimden sonra.”
Yârden sonra yuvaların yıkıldığını anlatan canlı bir abide gibiydi.
En güzel yerlerde, deniz kenarlarında, orman manzaralarında hüzünle başını sallardı.
Yârsiz gezdiği yerler ona gurbetti.
Ölüm günü ile de sürpriz yaptı çocuklarına, sevenlerine.
Yoğun bakımda, o unutamadığı en mutlu günü bekledi adeta.
Makineler, hortumlar arasında saatleri saydı.
Hep özlemle andığı yâri ile evlilik günü idi, muradı.
O gün son bağlarını da koparıp yaşama veda etti.
Çocukları gözlerinde yaş, kafalarını salladılar.
Ne çok seviyormuş meğer babamızı; dediler.
Selver yengemde yanından sevgili eşi ayrılıp ötelere gidince.
Bu altmış yıllık arkadaşlıktan sonra bir kaosa düştü.
Çocukları başlarına tac ediyordu ama.
Binlerce yılın öncesi bir dil ile konuşuyordu:
“Bir kadın kocası ile ölse ne kadar güzel olur”
Çektiği acıyı, yalnızlığı, yaşamındaki büyük kaybı anlayabiliyordu çocukları.
Ama anneleri ne kadar sevgili, ne kadar kıymetli idi.
Gözleri, gözlerinde idi.
Onda ise hep derinleşen bir hüzün.
Ertesi yılı zor buldu.
Eşini kaybettiği aynı tarihlerde, hatta aynı hastanede.
Dahası kızının şaşıp kaldığı bir tevafuk ile.
Yârini yitirdiği yoğun bakımın aynı yatağında, yaşamdan ayrıldı.
Vefa da sanki eski nesilde kalmış gibi.
Tıpkı sabrın, şükrün, şefkatin, sevginin kaldığı gibi.