İnsan alışarak yaşar. Vicdan ise alıştığında ölür.
Bir kötülük ilk kez yaşandığında insan irkilir.
İkinci kez yaşandığında susar.
Üçüncü kez yaşandığında alışır...
Dördüncüde ise “zaten böyle” demeye başlar.
Bugün yaşadığımız şey yalnızca kötülüğün artması değil. Kötülüğün alışkanlığa dönüşmesi… Gözümüzün önünde olan, bildirim gibi düşen, haber bültenlerinin sıradan başlıklarından biri hâline gelen bir kötülük bu. Şaşırtmıyor, durdurmuyor, yerinden kaldırmıyor. En tehlikeli hali de tam burada başlıyor...
Toplumlar kötülüğe birden teslim olmazlar. Adım adım, yavaş yavaş, fark ettirmeden gerçekleşir kötülüğe karşı gardını düşürme. Önce dil değişir... “Zulüm” denmez, “gerilim” denir. “Ölüm” denmez, “kayıp” denir. “Haksızlık” yerine “karmaşık süreç” denir. Kelimeler yumuşadıkça, gerçek flu görünmeye başlar. İstenen de budur. Zira dil, vicdanın aynasıdır. Dil bozulduğunda, vicdan da puslanır…
Bugün kötülük bağırarak gelmiyor. Gürültülü değil… Aksine oldukça sakin. Reklâm arasına sıkışmış, mizahın içine gizlenmiş durumda… “Herkesin fikri kendine” cümlesiyle paketlenmiş hâlde sunuluyor. Toplumsal reflekslerimizi felç eden bir sakinlik bu. Zira insan, alıştığı şeyle kavga etmez, edemez… Kavga etmeyelim, sorgulamayalım, sorgusuz sualsiz teslim olalım isteniyor. Sonuç olarak seyreden bir topluma dönüşüyoruz.
Görüyoruz ama müdahil değiliz. Biliyoruz ama sorumlu hissetmiyoruz. Kötülük artık başımıza gelen bir şey değil. İzlediğimiz bir şey haline dönüştü. Uzakta, ekranda, bizim mahallemizden olmayanların hayatında yaşanıyor sanıyoruz. Bu mesafe duygusu, vicdanı rahatlatıyor. “Üzülüyorum ama elimden ne gelir?” cümlesiyle kendimizi temize çıkarıyoruz. Oysa bu cümle, masum bir çaresizlik değil konforlu bir kabulleniş. Hâlbuki yaşananlarla aramızda mesafeler yok. Bizim sokağımızda, bizim mahallemizde, bizim iş yerimizde, bizim okulumuzda, bizim komşumuzun evinde, belki de bizim evimizde yaşanıyor. Ekrandan seyirci olduğumuz her şey hemen yanı başımızda cereyan ediyor.
Normalleşen kötülük, yalnızca yapılanla ilgili değildir; nasıl karşılandığıyla ilgilidir. Bir toplum bir olaya kaç saniye bakıyorsa vicdanı da o kadardır. Hız çağında acılar bile hızlı tüketiliyor. Bir felaket diğerinin üstünü örtüyor. Bir trajedi, yenisi gelene kadar gündemde kalıyor. Bu hız, düşünmeyi değil unutmayı teşvik ediyor.
Bir süre sonra kötülük karşısında rahatsız olmak bile tuhaf karşılanıyor. “Bu kadar da hassas olma”, “hayat böyle”, “dünya güllük gülistanlık mı?” gibi cümleler vicdanın sesini bastırmak için kullanılıyor. Rahatsız olan kişi sorunlu, alışan kişi uyumlu sayılıyor. Oysa bir toplumda bazı şeylere alışamayanlar olmalı. Zira alışamayanlar, o toplumun sigortasıdır.
Asıl tehlike, kötülüğün kalıcı hâle gelmesi değil; olağan hale gelmesidir. Olağanlaşan kötülük artık sorgulanmaz. Sorgulanmayan kötülük ise kurumsallaşır. Bir süre sonra “başka türlüsü mümkün mü?” sorusu bile sorulmaz. İşte o zaman mesele bireysel ahlaktan çıkar, toplumsal karaktere dönüşür.
İslam ahlakı bu noktada son derece net bir çerçeve çizer. Kur’an, kötülüğü yalnızca işlenen bir fiil olarak ele almaz. Yayılma biçimini de ahlaki bir sorumluluk alanı olarak görür. “Müminler arasında ahlâksızlığın yayılmasını isteyenler için dünyada da ahirette de can yakıcı bir azap vardır” (Nur, 19) uyarısı, sadece kötülüğü yapanı değil, onun dolaşıma girmesinden, konuşulma biçiminden, sıradanlaşmasından rahatsız olmayan zihniyeti de kapsar. Mesele yalnızca suç değil; iklimdir. Kötülüğün içinde rahatça dolaşabildiği toplumsal iklim…
Bu yüzden kötülüğe karşı durmak, bireysel bir hassasiyet meselesi olmanın ötesindedir. “İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak” ilkesi, toplumsal bir sorumluluğa işaret eder. Sessizlik, kötülüğü yok etmez. Aksine çoğu zaman onun alanını genişletir. Kur’an’ın “fesat” olarak tanımladığı şey de budur: yalnızca bozgunculuk yapmak değil, bozulmayı olağan hâle getirmek, itirazı gereksiz, rahatsızlığı anlamsız göstermektir.
Toplumlar, kötülüğün varlığıyla değil ona verdikleri tepkilerle anılır. Kötülük her çağda vardı. Ama her çağ, ona alışmadı. Bugün bize düşen en önemli şey belki de şaşırma yetimizi, rahatsız olma hakkımızı koruyabilmektir. Vicdanımızı diri tutmak için buna ihtiyacımız var.
İnsan her şeye alışabilir.
Ama alıştığı her şeyle insan kalamaz…
İnsanlığımızı koruyabilmek duasıyla…