Bir zamanlar bir acı haberi duymak kalbimize dokunurdu. İnsan olmanın doğal bir getirisiydi bu... Duyduğumuz “acı bir haber” sanki bizim başımıza gelmiş gibi canımız acırdı. Kalbinde bir sızı olurdu insanın. Elinden ne gelirse yapmaya çalışırdı. İyilikler de öyleydi. Herkes birbirinin cenazesine de düğününe de koşardı. Şimdi ise bırakın iyi günleri acı haberler arka arkaya sıralanıyor ve biz hiçbirine tepki vermiyoruz, veremiyoruz… Çünkü artık her şey “ekranda” oluyor.

Savaşları, açlığı, selleri, zaferleri… hepsini anında ekranlarımızda görüyoruz. Ama tuhaf bir biçimde, gündeme ne kadar “yakınsak” hayata o kadar “uzak” kalıyoruz. Ekran karşısında geçen saatler, bizi bilgiyle dolduruyor ama anlamın içini boşaltıyor. Her şeyi biliyoruz ama hiçbirini hissedemiyoruz. Her görüntü bir öncekini siliyor, her haber bir diğerine yer açıyor. Ve sonunda “çok şey bilip hiçbir şey yaşamayan insanlar”a dönüşüyoruz. Yaşayamamanın yorgunluğu tüketiyor bizi.

Elimizdeki o küçücük ekranlar dünyayla iletişimin anahtarı diye pazarlanıyor. Aslında dünyadan kopardığını biliyoruz da itiraf edemiyoruz. Bir butona basıyoruz, savaşları, açlığı, felaketleri izliyoruz. Sonra aynı ekrandan dizi açıp kahkaha atıyoruz. Aynı karede gözyaşıyla gülümseme, ölümle eğlence yan yana durabiliyor. Ve biz buna alıştık!

Eskiden duygularımızın ritmi yaşananlarla uyumluydu. Bir trajedi gördüğümüzde üzülür, bir güzellikte sevinirdik. Şimdi duygularımız, algoritmaların ritmine göre çalışıyor. Algoritmaları düzenleyenlerin istediği gibi çalışıyor… İzlediklerimizi, hissettiklerimizi algoritma belirliyor. Bir süre sonra “acı” da “haber” haline geliyor; tüketiliyor, unutuluyor. Çünkü artık her şey içerik! Haberin, haberciliğin bir etiği olurdu. Duygusu, mesajı… Ama çağımızın yeni haberciliğinde her şey içerik! Neyi nasıl verdiğiniz önemli değil, ne kadar tıklandığınız önemli. Ve biz okuyucular olarak buna maruz kalıyoruz. Maruz bırakılıyoruz! Çünkü algoritma hazretleri böyle istiyor.

O kadar çok şeye tanık oluyoruz ki analiz edecek, muhakeme edecek sağlıklı bir zihin yapısı kalmıyor geriye. Hele o kadar acıya maruz bırakılıyoruz ki hiçbirine dayanacak iç gücümüz kalmıyor. Nasıl tepki vereceğimizi bilmiyoruz. Zira acının bir öncesinden kişisel gelişim içeriğine, bir sonrasında komik bir içeriğine maruz bırakılıyoruz. Haliyle beyin kendini korumaya alıyor, kalp duvar örüyor. Sonra bir sabah fark ediyoruz ki hiçbir şey bizi sarsmıyor artık. Ve böylece yavaş ama sistematik bir sürecin sonunda ekran karşısında donup kalan bir topluma dönüştük/dönüştürüldük. Görmekle yetinen, ama gördüğüne tepki vermeyen bir insanlığa… Bir çocuk düşüyor, bir ev yıkılıyor, bir orman yanıyor… Ve biz sadece “izliyoruz”. Çünkü algoritmaların sahipleri eyleme geçen değil izleyen insan istiyorlar. İnsansı robotlar gibi… Sadece emre uyan…

Ümmetin hassasiyetlerinin bile “içerik” haline getirilmesine göz yumduk… Hatta farkında bile olmadık… Eskiden Gazze için, Filistin için, Doğu Türkistan için, Myanmar için meydanları doldururduk. Şimdi herkes sosyal medya nişine uygun içerik üretiyor. Evet, hâlâ meydanları dolduruyoruz. Nöbetler tutuyoruz. Gündem yapıyoruz. Fakat ekranımızdaki gündem değişene dek… Bir “ateşkes” haberi ile Gazze gündemimizde eskisi kadar yer etmiyor. Hâlbuki ateşkes ihlalleri, bombalamalar, işgaller hâlâ devam ediyor. İsrail tehlikesi geçmiş değil. Fakat algoritma izin verdiği kadar bunları görüyoruz. Doğu Türkistan, Myanmar demiyorum bile, zira şu sıralar gündemimize alacağımız büyük ve yeni bir acı yaşanmadı. Bildiğimiz şeyler… Evet, tam olarak böyle çalışıyor algoritma: Bildiğimiz şeyler yenisine geç…

Bu çağın en büyük tehlikesi, kötülüğün sıradanlaşması değil, iyiliğin de mücadelenin de sıradanlaşması. İyilik bir paylaşım kadar sürüyor, mücadele yeni bir gündem oluşana dek… Sonra bir başka akışın içinde kayboluyorlar. Belki de yeniden başlamamız gereken yer, ekranın ötesi. Algoritmaların dünyasından uzaklaşmak ve insanlığımızı hatırlamak… Daha da iyisi algoritmalara yön vermek olacaktır.