Bir insan, bir başkasının ölümüne yol açabilecek bir düğmeye kaç kez basabilir?
Peki bunu yaparken vicdanını susturmak için neye ihtiyaç duyar?
Sosyal Psikolog Stanley Milgram’ın yıllar önce sorduğu sorular insanlık tarihine kara bir ayna tutmakla kalmayacak, bir insanın sorumluluğu başkasına devrettiğinde neye dönüşebileceğinin hikâyesini de anlatacaktı…
Stanley Milgram’ı bu çalışmayı tasarlamaya iten, Nazi subaylarının yargılanırken kendilerini “emirlere uymakla” savunmaları olmuştu. “Eichmann ve Yahudi soykırımında yer alan yüz binlerce yardakçısı sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir miydi? Onların hepsi yardakçılık suçuyla suçlanabilir miydi?” soruları, çalışmasının temelini oluşturur.
Çalışmanın asıl sarsıcı sorusu ise şudur: Kötülük, sadece kötü insanların işi midir, yoksa sıradan insanlar da uygun şartlar oluştuğunda zalimleşebilir mi?
Deneklere, bir “öğrenme çalışması” yaptıkları söylenir. Başka bir odada bulunan ve her yanlış cevapta elektrik şoku verileceği belirtilen kişi aslında oyuncudur. Şoklar kademeli olarak artar. Karşı odadan gelen çığlıklar, yalvarışlar ve sonunda sessizlik… Bunlar deneklerin büyük bir kısmını durdurmaya yetmez. Beyaz önlüklü otorite figürü tereddüt yaşayanlara “Devam etmelisiniz” der.
Deneklerin çoğu tereddüt eder, korkar, vicdanen rahatsız olur. Ama yine de düğmeye basar.
Deneyin en zor anlarından birinde bir denek şu soruyu sorar:
“Eğer bu kişi ölürse sorumluluk kime ait olacak?”
Aldığı cevap nettir:
“Sorumluluk size ait değil, bana ait.”
Ve denek, ölümcül olabileceğini bildiği şoku vermeye devam eder. Zira sorumluluk artık kendi omuzlarında değildir.
Yıllar sonra bu deney tekrarlandığında sonuç değişmez. Eğitim seviyesi artmış, dünya küçülmüş, insan hakları söylemi yaygınlaşmıştır ama itaat hâlâ baskındır. Demek ki mesele belirli bir döneme ya da belirli bir kuşağa ait değildir. İtaat, insanlığın kronik bir zaafıdır.
Asıl mesele, insanın sorumluluğu başkasına devretme rahatlığıdır.
Bu deneyin ortaya çıkmasına sebep olan o soykırımın üzerinden bir asır geçmemişken tarihin trajik bir ironisiyle karşı karşıyayız… Geçmişte Nazilerin soykırım uyguladığı millet bugün hepimizin gözü önünde başka bir soykırıma imza atıyor. Hem de canlı yayında… Ve biz bu soykırıma seyirci kalıyoruz. Milgram deneyi ise insanın nasıl bu kadar canice hareket edebildiğini anlatmaya devam ediyor… Çocukların enkaz altından çıkarıldığı anları, açlıktan bayılan bedenleri, parçalanmış şehirleri izliyoruz. Üstelik bu kez “bilmiyorduk” deme lüksümüz yok. Her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor. İnsanlar açlığa, bombalara, ilaçsızlığa, ölüme gözümüzün önünde maruz bırakılıyor. Buna rağmen hayatımıza devam edebiliyoruz. Çünkü sorumluluğun bize ait olmadığına inanıyoruz.
Ateşkes ilan ediliyor ama bombalar düşmeye, ateşkes ihlalleri yapılmaya devam ediyor ve biz sesimizi çıkarmıyoruz. Çünkü sorumluluğun “garantör devletlere” ait olduğunu düşünüyoruz. Peki kim bu garantörler, ne yapıyorlar, neden yapmıyorlar? Bunları sorgulamıyoruz. Çünkü sorgulamak, sorumluluk almaktır.
Aynı tutum, hemen yanı başımızda da geçerli.
İş yerinde mobbinge uğrayan bir arkadaşımızın hakkını savunmuyoruz çünkü sorumluluk patrona ait. Bir haksızlık gördüğümüzde adalet aramıyoruz çünkü adaleti adalet saraylarından bekliyoruz. Bir yanlış karşısında susuyoruz çünkü “bize düşmez”.
Oysa Milgram deneyindeki denek de düğmeye basarken tam olarak bunu düşünüyordu: “Bu benim sorumluluğum değil.”
Daha küçük yaşlardan itibaren bize öğretilen şey de budur: otorite sorgulanmaz. Öğretmen, yönetici, devlet, sistem… Otoritenin ne zaman sorgulanacağı, ne zaman itaat edilmesi gerektiği üzerine düşünmeyiz. Çünkü düşünmemek konfor alanımızdır. İtaat etmek, bireysel ahlaki yükten kurtarır insanı.
Tarihin en karanlık sayfaları, tam da bu konfor alanında yazıldı.
Teknoloji gelişti, imkânlar arttı ama medeniyet gelmedi. Aksine, ne kadar vahşileşebileceğimizi artık daha net, daha hızlı ve daha çıplak bir şekilde izliyoruz.
Ve insanlık, hâlâ o düğmenin başında…