Bir ailenin topluca zehirlenmesiyle başlayan ürpertici süreç birkaç gün içerisinde neredeyse “gıda pandemisine” dönüşmüş durumda. Art arda gündemimize düşen toplu zehirlenme vakaları içimizdeki derin şüpheyi yeniden uyandırdı: “Biz gerçekten ne yiyoruz?” Aslında içten içe biliyoruz ki mesele yalnızca yanlışlıkla bir maddenin gıdaya karışması ya da yanlışlıkla bir maddeye maruz kalmak/bırakılmak değil. Çok daha derin, çok daha sistematik bir çürüme ile karşı karşıyayız.

Temiz, sağlıklı ve helal gıdaya ulaşmak bir lüks haline geldi. Sokakta aldığımız sudan korkar olduk. Kahveye konan su sandığımız şey deterjan çıkabilir hale geldi. İnsan hayatı bu kadar umursanmaz durumda. Neye maruz kaldığımızı gerçekten bilmiyoruz. Hızlı bir zehirlenme yaşamıyorsak bile uzun vadede zehirlendiğimizi biliyoruz. En basitinden içtiğimiz sular… Plastik şişelere doldurulan, günlerce güneş altında bekleyen, sonra fahiş fiyatlarla bize satılan suları içiyoruz. Firmalar bu suları pazarlayabilmek için su kaynaklarımızı tüketiyor; geleceğimiz hunharca harcanıyor. Ne sağlığımız ne yarınlarımız düşünülüyor. Bir yandan hastalanıyoruz, bir yandan ülkenin su varlıkları tükeniyor. Şimdi de gıdaların içine karışabilecek herhangi bir madde yüzünden zehirlenme riskiyle yaşıyoruz.

Ekonomik kriz derinleştikçe insanın ahlâkının nasıl bozulduğunu açık şekilde görüyoruz. “Bu kadar çok zehirlenme neden oluyor?” sorusu boşuna değil. Saklama koşullarına mı uyulmuyor? Bozuk ya da tarihi geçmiş ürünler mi yediriliyor? Yoksa bu umursamazlık, zaten yavaş yavaş zehirlenmekte olan halka bilinçli veya bilinçsiz biçimde reva mı görülüyor?

Raflardan bir ürün alıyoruz, “İçindekiler” kısmını inceliyoruz: Gerçek gıda yüzde kaç? Aroma, renklendirici, tatlandırıcı… Aynı firmanın aynı ürünü başka bir ülkede son derece sade, temiz içerikle satılırken bizde neden yapay bileşenlerle dolu? Bazı ülkelerde paketin üzerine konan ürün fotoğrafının içindeki ürünle görüntü ve boyut açısından bile uyumlu olması beklenirken biz temsili fotoğraflarla kandırılıyoruz. Neden buna göz yumuluyor? Halkımızın sahte gıda yemesine neden izin veriliyor? Neden, “Bu millete çöp yediremezsin” denilmiyor?

Bütün bu karmaşa içinde bir de “yapay et” tartışmaları gündeme geliyor. Kimileri komplo teorisi diyor ama ortada açık bir gerçek var: Para, insan hayatının önüne geçmiş durumda. İnsan sağlığını, fıtratını düşünen yok. Tarihi geçmiş ya da tamamen yapay bir ürünü halka yedirmek de zaten zehirlemenin kibar adıdır. Gıda güvenliği çökerse toplum çöker. Sağlıklı düşünen, akleden, bedeni ve beyni dengeli çalışan insan; sağlıklı beslenen insandır. Bugün bağırsaklarımız “ikinci beyin” olarak kabul ediliyor. Ancak günümüzde sağlıklı bağırsağa sahip insan neredeyse kalmadı. Sindirim sistemi ile ilgili hastalıklar yaygınlaştı. Bağırsak sağlığı bozulan toplum, düşünme ve fark etme yetisini de sessizce kaybeder.

İşte tam da bu yüzden temiz, helal, güvenilir ve doğal gıdaya erişim bir tercih ya da lüks değil, insan onuruna yaraşır yaşamanın asgari şartıdır. Fakat bu ülkede en temel şartlardan biri olan sağlıklı beslenme bile her geçen gün daha zor, daha pahalı, daha riskli hale geliyor. Dahası bile isteye elimizden alınıyor.

Gıda güvenliği artık sağlık meselesi değil toplumun geleceği ile ilgili bir sınava dönüşmüş durumda. Ve maalesef bu sınavdan iyi not almıyoruz!