27 Mayıs İhtilali’nden sonraki seçimlerden (1965) çıkan tek parti (AP) iktidarının ünlü İçişleri Bakanı Sükan’ın bir beyanatı manşet olmuştu o günün gazetelerine:
“Komünistlerin nefes alışlarını dahi takip ediyoruz!”
Komünizme karşı derneklerin kurulduğu, şiirlerin yazıldığı, tiyatroların oynandığı ve hatta Celal Bayar “Bu kış komünizm gelebilir” buyurduğu için kışlarımızın çok daha soğuk geçtiği o yıllarda, bir İçişleri Bakanı öyle demekle kendilerini açığa çıkarıyor ve takip edilenleri, tedbirler almaya sevk etmiş olmuyor mu idi
O İçişleri Bakanı kendisi mi istemişti böyle konuşmayı Yoksa istihbaratçıları mı dediler. Hele bir bakalım tedbir alanlara… Gözümüzden kaçırdıklarımız nasıl olsa bilmezler defterimizde kayıtlı olmadıklarını… Saklanmadan söbeliyelim onları… Merakım, üretip durur işte.
O günleri, takip edilen bir komünistin anlatımıyla şöyle okumuştum bir gazetede; “Takip ediliyorduk. Fakat birbirimizle irtibat kurmamız da şart. Peşimdekinden nasıl kurtulacağım da yapacağım o hayati görüşmeyi Sabahtan başladım sokakları arşınlamaya. Birbirimizi tanıdığımızdan takibini uzaktan da yapmıyor. Hemen arkamdan yürüyor. Görüşeceğim kişi farkında. Umutla uygun bir yer arıyoruz. Sarayburnu’na geldim, denize girdim. Yüzerek iyice açıldım. Takipçim kenarda öyle bakıp durur. Bir başka yerden, biraz uzaktan denize girip yanıma kadar gelen, irtibat kuracağım kişiydi.
Tesadüfen karşılaşmış havasında konuştuk ne konuşacaksak ve aldım alacağımı. Kıyıdaki takipçim ise beni beklemekte…
Bu anlatılanları T. Özal da okumuş mudur Bilmem. Aynı taktikle yapar ANAP adlı partiyi kurma çalışmalarını. Yakın adamı Pakdemirli bey, gazeteci Yavuz Donat’a anlatmıştı. (Bu anlatımı bir yazımızda konu ettiğimizi hatırlayın.)
“T. Özal çağırdı, yazlığına gittim” diyor Pakdemirli bey. Şatafatlı bir karşılama beklerken, denizin ortasında anlatmış projelerini, çalışmalarını Pakdemirli beye. “Sanma ki sana çay, kahve ısmarlamamak için burayı seçtim. İstihbarat teşkilatlarının bizi duyamayacağı yer olduğu için seçtim.”
T. Özal uyanık adam. Biliyor ki Pakdemirli beyi etkilemesi gerek. Yoksa ardına düşecek adam bulması zor. Pakdemirli beyde o etkinin T. Özal sonrasına kadar sürmesi ise T. Özal’ın iknacılık testindeki başarısını gösterir.
T. Özal’ın önüne, bilhassa Erbakan’ın konuşmalarının istihbarat raporları geliyordu ve seviniyordu diyor bir başka adamı Keçeciler, yıllar sonraki iktidar günlerini anlatırken.
Dinlenmenin ne olduğunu bilen birisi, başka dinlenilenlerin raporlarını okurken, kendi dinlenilme raporlarının da bir başkasının önünde olabileceğini bilmez mi
Takip ettirdiklerinin nefes alışlarını bildiklerini açıklayan o İçişleri Bakanı, taraftarlarına “merak etmeyin çok güçlüyüz” derken, diğerlerine de içiçe yaşıyoruz demiş olmuyor mu idi Haydi şüphe edin birbirinizden.
İstihbarattan izinli yapıldığına inanmışımdır o konuşmanın, ama T. Özal’ın gidip Bush montu giymesinin ve “Bir koyup üç alacağız” demesinin bilgi dahilinde olduğuna hiç inanmamışımdır.
Bizzat bir operasyonun başrol oyuncusu konuşuyordu resmi ve tek kanal TRT TV’sinde.
12 Eylül’den hemen sonraki günler… Cumhuriyet’in ilk yıllarını görmüş insanlarımıza anlattırılan başarı hikayeleri programının konuğu, bir istihbaratçı idi.
Bir operasyon dediğim, Atatürk’ün bilgisi dahilindeki bir İngiliz heyeti ile yapılacak anlaşma görüşmesi.
“İngilizce bildiğim için ben seçildim ve otele garson olarak yerleştirildim” diyor istihbaratçımız. “Gelen heyetin odasına girip çıkıyor, konuşmaları anlamaya çalışıyorum.”
“Yapılacak anlaşma ile bir bilgi alışverişi duyarsam aralarında konuşurlarken, hemen amirlerime bildireceğim.”
Görevi bu istihbaratçımızın. Görüşmelerin yaklaştığı bir gün duyar beklenenleri. “Odalarına girdim. Başkanları konumundaki diğerlerine şöyle diyordu:“Türkler şuraya kadar isterlerse tamam. Daha fazlasına hayır. Hemen çeker gideriz.”
Sonuç mu Misafirlerin şuraya kadar dedikleri yerde durur, bizimkiler.
Kahramanımız, yıllardır içinde taşıdığı bu başarıyı, o günlerin başarısıydı nezdinde anlatıp gururlanırken, TV ekranı karşısındaki bir dinleyici olan ben, donup kalmıştım. Ve beynim kamaşmıştı aklıma düşen sorulardan. Geldikleri ülkede rahat bırakılmayacaklarını bilmez mi bir İngiliz heyeti Dinlemenin bir garson tarafından da yapılabileceğini.
Oraya kadar, biraz aşılsa ne olurdu Ki onların dinlenmemeye karşı alacakları tedbirler sınırlıdır bizim gerçeklerimiz karşısında. Çünkü tedbirler aşılmak için vardır.
12 Mart’tan “Sokağa çıkmanın yasak olduğu günlerde baskınlar yapıyorduk tespit ettiğimiz adreslere. Lakin kimseyi bulamıyorduk. Halbuki çok gizliydi operasyon kararımız” sesini veren bir emniyet yetkilisine, yakalanmayanlardan birisi bir başka yayın organından ve değişik bir zamanda şöyle cevap veriyordu:
“Rus sınırlarından yayın yapan Bizim Radyo’yu dinliyorduk. Orada ne zaman Kara Tren türküsü çalınırsa, biz anlardık ki baskın olacak. Yer değiştirirdik, kaçardık, saklanırdık.”
Bu anlatılanları merhum Mehmet Ali Birand neden KGB’nin son şefine sormadı, bilmem.
Bilgiye ulaşmayı, türkü çaldırmayı anlamak zor değil. Zor olan türkünün manasını biliyor olmasıdır o duyanların. Fakat bir başka soru sormuştu Birand, KGB şefiyle yüz yüze o ünlü röportajı yaparken.
“Filmler çeviriyorlar, görüyoruz. Romanlar yazıyorlar, okuyoruz. Diğer ülkelerin ajanları Moskova’ya geliyor ve at koşturuyorlar. Yoksa bilmiyor musunuz ”
Gülüyor KGB’nin son şefi. Dedikleri ise şu: “Biz onlara kendi kontrolümüzde küçük bir alan veririz. Onlar orada dolaşır, dururlar.”
Merhum Birand’ın son sorusu benim beklediğim soru idi: “Peki bizimkiler için ne diyeceksiniz. Sizi çok mu uğraştırdılar ”
KGB şefinin dudaklarındaki müstehzi gülümseme, ok gibi içimize işliyor. Cevabı ise diplomatikliğine rağmen kanatıyor her yanımızı.
“Sizinkiler mi Doğrusu kendilerini çok iyi kamufle etmiş olacaklar ki, biz hiç fark etmedik onları.”
Neden diye yazılar yazdığımı bu sütunlarda hatırlayanlar olacaktır. Neden yayınladı merhum Birand bu röportajı. Duymasak ve üzülmesek daha mı iyi olurdu
Mesele ağaç mı, yoksa fidan mı sorusunun sıkça sorulduğu bu bayram günlerinde böyle bir tarama yaptık hafızamızda.
Farkında olsun diye insanlarımız.
Farkında olmak, bilgiye nasıl ulaşacağını bilmekle başlar. Bir örnek mi
27 Mayıs diyerek başlamıştık. Yine oradan bitirelim. Çünkü orası araştırmacılar için mümbit kaynaktır.
İhtilalin arkasındaki güç Madanoğlu anlatıyor: “Ertesi gün 3. Ordu Komutanı Gümüşpala telefonda soruyor; Orada ihtilal olmuş, kim yaptı Başımızda Gürsel var dedim, sustu.”
O Gümüşpala ki, ihtilalde devrilenlerin çizgisinde siyaset yapmaya soyunduğunda belki öğrenmiştir kimin ve nasıl yaptığını, merak ettiği o ihtilali.
Resmi telefon görüşmelerinin ötesinde bilgi almak, öğrenmek yolunu bilmiyor olamaz bir ordu komutanı.
Gümüşpala’nın telefonuna Madanoğlu’nun cevap vermesi bir tesadüf değildir elbette. Bütün telefonlara ben cevap vereceğim, tedbiri baştan alınmıştı.
Biliniz ve bilme farkını yaşayınız.
Kurban
Kurtuluş Savaşı’mız anlatılırken, şöyle bir cümle hep kullanılır: Sakarya Nehri günlerce kırmızı aktı!
“Kurşundan bir yük binmiş”se bir nehrin, “köpükten gövdesine” renginin “al” olmasından daha tabii ne olabilir
“Her şey akar”ken, “tarih” akarken, yaşadığımız günlere gelirsin ve kartelin gazetelerinden “İstanbul Boğazı kan kırmızısı aktı” cümlelerini okursun.
Sakarya Nehri’nin kırmızı akma gururunu incitmek istiyorlar zahir; Boğaz’ın kırmızılığına öfkelensin diye insanlar...
Gerçek midir bu yazdıkları, kendileri mi bir yerlerden ve göstermeden boya döktüler İstanbul merdivenlerinden kalan...
Yoksa vaz mı geçecek insanlar, kartel kalemşorları istemiyorlar deyip, kurban kesme ibadetlerinden ..
Var sayalım ki üç, beş, on, yüz koyunun kanı düşmüştür Boğaz’a. Ne olur
Tarih 14 Kasım 1991. Lübnan bandıralı bir yük gemisi, Filipin bandıralı bir gemi ile Boğaz’ımızda çarpışır ve batarlar. Filipin bandıralı geminin ambarlarındaki 22000 koyun, hâlâ o derin ve serin suların içerisindedir, bir tek “vah” sesi duymadan “Boğaz”ın malı olmuşlardır; artık onlardan geriye ne kalmışsa
Bayramımıza vahşi ve kanlı diyen kartelin kalemşorlarından da bir şey kalmayacak.
***
Not: Cumhuriyet’te yıllarca “Proteinsiz kaldı insanlarımız. Domuz eti serbest bırakılmalıdır” diye yazan M. Ekmekçi’nin yavruları bugün “Böyle bayram mı olur” diyorlarken, onun tavsiye ettiğini, kanını akıtmadan tüm tüm mü yutuyorlar
SPOR OLSUN
Bize yine önümüzdeki maçlara bakmak düştü
Geçen asrın Türk Milli Takımı’ndaki kaleci takılırdı aklıma. Senin mi iştahın yok. Bana mı öyle geliyor Milli takımın formasıyla çıktığı her maçı, bitsede gitsek yorgunluğuyla beklerdi kalede.
Yıllar sonra, futbolculuk hayatına nokta koyduktan çok sonra, konuşmuştu bir gazeteye. Ben de o zaman rahatladım.
“Gönülsüzdüm milli maçlarda...”
Neden hayır demediniz Bir gönüllü için neden kenara çekilmediniz, sorusunu sormuyorlar.
Bugünkü derdimiz de aynı.
- Mademki gol atamıyor. Niçin oynatılıyor
- Gol atamıyor ama, her golü kaçırdıktan sonra kafasını elleriyle tutması çok artistik oluyor...
Andımız
Andımızın kaldırılmasına tepki vermekle kalmayan MHP, icraatlarıyla da sahip çıkmayı sürdürüyor.
İlçe teşkilatlarının açtığı yarışmalardan, Genel Merkez’deki finallere katılmayı hak edenlerin, taraftar radyoların mikrofonlarında nasıl ağırlandıklarını kameramanımız tesbit etti.
Siz de görün!
- Karşınızda en doğru, dosdoğru, çalışkan ve çok çalışkan, Türk oğlu Türk, Öztürk Yılmaztürk andımızı okumak ve sizlere hatırlatmak için duruyor... Az sonra
Tarihin Keşfi
Bugünü anlamak için, tarihi keşfe çık,
Yüce dağlarla derin denizler bulacaksın.
Hakk’ın batılla mücadelesi; bu apaçık,
“İbret”inden, “Nusret”inden izler bulacaksın…
Tırlarla Soygun
Devlette soygunlar var çeşit çeşit,
Doluyor rüşvetle hatırla tırlar,
Ülkem dolu, yetim, gazi ve şehit;
Bir gün bu hesabı hatırlatırlar…
Ekrem Şama