bundan dokuz sene önce imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nin sonuçları bugünlerde daha fazla hissedilmekte, alttan alta itirazlar yükselmektedir. Söz konusu sözleşme hakkındaki itirazların dokuz yılın ardından yavaş yavaş yükselmeye başlaması, yapılan itirazların da ekseriyetle faili/öznesi belirsiz cümlelerle dile getirilmesi, mütedeyyin kesimin hocalarının, kanaat önderlerinin, ilim adamlarının, gazetecilerinin, kısacası sesini yükseltmesi beklenen kişi ve kurumlarının bu denli duyarsızlığı ancak haksızlık karşısında susmakla izah edilebilir. Bundan da öte, suskunluk “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emredip kötülüğü nehyetmek) farizasını yerine getirmemektir. Vebal altında kalmamak için gerek İstanbul Sözleşmesi gerekse ETCEP projesi hakkında yazdığımız yazılarda bu işin faillerini açıkça ortaya koymaktayız.
İstanbul Sözleşmesi’nin bir numaralı sorumlusu 60’ıncı Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümeti’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. O’nun iradesiyle Bakanlar Kurulu’nda imzalanmış, Meclis’teki ilgili komisyonlara ve TBMM’ye sevk edilmiştir. Hükümetin başı olarak birinci sorumlu kendisidir.
Bu işin ikinci sorumlusu dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’dur. Sözleşmeyi her ülke adına dışişleri bakanları attığı için Türkiye adına Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu imzalamıştır. Davutoğlu, sadece sözleşmeyi imzalamakla kalmamış; sözleşmeyi sahiplendiğini: “İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin dönem başkanlığında imzalandı. Bizim öncülük ettiğimiz, hatta bizim ilk imzayı attığımız bir sözleşme. Benim, şahsi olarak sahiplendiğim bir mesele. Dolayısıyla ‘dostlar alışverişte görsün’ durumu söz konusu değil. İmza mayıs ayında atıldı, ancak araya seçim ve yaz tatili girdi. Meclis yasama dönemine yeni başladı. Bu arada teknik süreçle ilgili bakanlıklardan görüş aldık. Var olan mevzuatla uyum olmasa bile çekince koymadan, benim imzamla Bakanlar Kurulu’na sevk edildi. Süreçte hiçbir yavaşlama olmadı. Bürokraside yavaşlama olsa bile müdahale ederiz. Şahsen takip ediyorum, önem veriyorum. Şimdi kanun taslağına dönüşüp Meclis’e sevk edeceğiz” (Milliyet, 16.10.2011) sözlerle ifade etmiştir.
Sözleşmedeki üçüncü sorumlu kişi dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’dir. Şahin de sözleşmeyi sahiplenmiş ve “sözleşmenin onayıyla kadının korunma sorununun kendiliğinden çözüleceğini” beyan etmiştir.
Sözleşmedeki dördüncü sorumluluk da TBMM’ye aittir. Dönemin TBMM Başkanı Cemil Çiçek, “Şahsi kanaatim sözleşmenin bir an evvel Genel Kurul’dan geçmesi” demiş, 11 Kasım 2011 tarihinde dönemin başbakanının imzasıyla TBMM’ye sevk edilen İstanbul Sözleşmesi, 24 Kasım 2011 tarihinde TBMM’de görüşülerek AKP, CHP, MHP ve BDP’nin (HDP) oybirliğiyle Meclis’te onaylanmıştır. 26 dakika gibi kısa bir sürede oy birliğiyle Meclis’ten geçmiştir. Meclis’te grubu bulunan hiçbir siyasi parti itiraz etmemiş, dönemin milletvekillerinin tümü sorgulamadan evet oyu vermiştir. Görüşmeler sırasında AK Parti adına konuşan Nurettin Canikli, “Türkiye’de imzalandı, mayıs ayında imzalandı sözleşme. Ve daha önemlisi belki, parlamentosundan geçiren, yasalaştıran ilk ülke olma onuru da inşallah bize ait olacak biraz sonra; hepimize ait olacak, bütün milletvekillerimize, bütün gruplarımıza ve Türkiye’ye ait olacak. Bu gurur gerçekten çok tarihî bir anın da aynı zamanda yansımasını ifade ediyor” demiştir.
Daha vahimi ise, Türkiye, sözleşmeyi sanki kutsal metin gibi hiçbir maddesine itiraz etmeden imzalayan, onaylayan ülkedir ve sözleşmenin bizzat tarafıdır. Hıristiyan ülkelerin bir kısmı sözleşmeye “dini, kültürel, toplumsal yapılarından ve toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve partner (nikâhsız birlikte yaşayan bireyler) yaşamı” gibi konularda çekince koymuştur. Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin sözleşmenin hiçbir maddesine itiraz, şerh ve çekince koymaması nasıl izah edilebilir; tutarlı hiçbir gerekçesi var mıdır?
Türkiye’deki siyasi iradenin Vatikan kadar, Macaristan kadar, Ermenistan kadar, Yunanistan ve ABD kadar hassasiyet göstermemesini nasıl izah edeceğiz? Sözleşmede itiraz edilecek tek bir madde yok mudur?