Her ikisi de hem siyasi, hem de hukuki kavramlar. Her ikisinde de bütünlük, parçalanamazlık özellikleri söz konusudur. Hayatımız nasıl çeşitlense de parçalanamaz bir bütündür; kulluk da vatandaşlık da öyledir. Hukuk da siyaset de içiçedirler. Hukuksuz hayat da, siyasetsiz hayat da olmaz. Çünkü insan birlikte yaşayan «medeni»bir varlık...

Her iki kavram da birer kimlik/aidiyet özelliğindedirler. İkisinde de karşılıklı iki irade var. Kulluk da bir tarafta ilahi irade (Rabbül âlemin), öbür tarafta tüm insanlar (Ademoğulları) olarak hepimiz varız. (Araf, 172)

«Kalübela», «bezmi elest», «ilahi misak» ile dünyada sadece ve yalnızca Kendisine kulluk (ibadet)/itaat edeceğimize, kullara kulluk etmeyeceğimize, sadece kendisini Rab ve ilah olarak kabul ettiğimize ilişkin sözleşmemiz/anlaşmamız var. «Bela» demişiz, «şehidna» demişiz», “işittik, itaat ettik» (Maide, 7); «lebbeyk» demişiz, söz vermiş, taahhütte bulunmuşuz (Maide, 7/İsra, 34). Bu, kısaca O’nun tüm emir ve yasaklarına uymamızı gerektiriyor. Hayatımızın her aşamasında, her konuda, her şeyde, her zaman ve mekanda O’nun itaatinde olacak, O’na isyandan kaçınmaya çalışarak hayatımızı sonlandıracağız. «Allah’a verdiğiniz sözü hakkıyla yerine getirin.» (İsra, 34)

Yani, O’na kulluk, O’na teslimiyet (Müslümanlık) hayatımızın her alanında... Camide nasıl Müslümanlık yapacaksak, evde, çarşıda, sokakta, okulda, kışlada, fabrikada... Tüm mekânlarda da «kulluğumuzu» unutmayacak ve yerine getirmeye çaba göstereceğiz. Namaz kılarken de, her işimizde de Müslümanca hareket edeceğiz. Namazla, infakı, zekâtı, ilmi, cihadı... Hiçbir ibadeti birbirinden ayırarak, dinimizi, kulluğumuzu bölemeyiz, parçalayamayız. Dinin (kulluğumuzun) bir parçası olmazsa dinimiz bölünmüş olur. Bu ise Allah›ın «ekmel nizamının/dinimizin» bölünmesidir ki, bu Allah’ın dini olmaktan çıkar. 

Bölünmüş din/İslam değildir. O’nu tahrife de, bölmeye de hakkımız, haddimiz ve yetkimiz yoktur. Böyle bir şey kulluk sınırının aşılması olur. O’na «iman ve salih amel» yaptığımızdaysa bize

sözü var: Hem dünyada, hem de ahirette güzel hayat... (Nur,55)

Namaz dosdoğru kılınacağı gibi, ticarette de doğru ölçülecek, tartılacak, aldatma olmayacak. Siyasette doğruluk olacak. Askerlik yapmayacağım, cihad yapmayacağım, vergi vermem, zekât vermem (?) denebilir mi?

Nöbet ibadet, düşmandan kaçmak (savaşta) haram...

Kelime-i tevhid/şehadette Rububiyetle ubudiyet arasındaki sözleşmenin ikrarı ve yenilenmesi var. (Araf, 172) Bir tarafta Rabbül âlemin’in kullarına teklifi (icab), öbür tarafta da bu ilahlık,

rabblık sıfatlarının kabulü var. Kulluğumuz bu ahidleşmeyle başlamış. Yeryüzü seferinde yalnızca O’na kulluk (itaat) edilecek, kullarına kulluk yapılmayacak... Emreden makamında yaratan, emredilenler O’nun kulları insanlar... (Yaratmak ve emretmek yalnızca yüceler yücesi Rabb-ül âlemine mahsustur.(Araf,54)) İslam, yaratanın yönetimine girmektir. Bu ahdimizin unutulmaması, ifa edilmesi halinde kulluk sınavımızı kazanarak, hem dünya hem de ahiret saadetine ulaşabileceğimiz hususu sürekli vurgulanır. Ahde vefa/sadakat borcumuz (görevlerimiz) yeryüzünde de sürekli tekrarlanır. Ki, O’na kulluğumuz unutulmasın.

Namaz da özünde bir tevhid/kulluk eylemi, kulluk sözleşmemizin tekrarı, yenilenmesi değil mi?

Tüm kitapları ve elçilerini bu tevhid üzerine göndermiş ki, kulları sınavı kazansınlar, saadete ulaşsınlar, adalet ve barış içinde güzel bir hayatla kendisine dönsünler... İmanımız da İslam’ımız da bu kelimeyle başlamış ve devam ediyor...

Şeytana, tağuta kulluk yapmayacağız, emir ve tavsiyelerine uyanlara uymayacağız. Beden ülkemizden, aile ülkemize ve tüm devletimize kadar bu anlayış ve uygulamayı hayatımıza

egemen kılmak sorumluluğundayız. İlahi hukuka dayalı düzende kulluk daha kolaydır. Kullukla devlete tabiiyet (vatandaşlık) uyumlu ve içiçedir.

Laik ve seküler hukukta tabii olarak kullukla vatandaşlık çatışacak, çelişecek. Haramlarla helaller karşı karşıya geldiğinde (Allah’ın haram kıldığını devlet helal sayarsa, helallerini de yasak sayıyorsa) Müslümanca yaşamak gittikçe zorlaşacak. Müslüman, Allah’a itaatle (kulluk), devlete itaat çelişkisinde kalacaktır. İyi bir kul, iyi bir vatandaş olamayacak; iyi vatandaş da iyi bir kul olamayacak. O halde devletimizi «ideal hukuka» bağlı, adalet temelinde yeniden oluşturmak sorunu ortaya çıkacaktır.

Sayısız nimetler veren, bizi ve her şeyi yoktan yaratan Allahu Teala’yı Rab olarak kabul edip, O’nun emir ve yasaklarına teslim olmamak, kullarına kulluk zilletini tercih etmek, insan haysiyetiyle bağdaşıyor mu?!

İzzet ve özgürlük Rabbül âleminin nizamına teslim olmaktadır. Nefsin, şeytanın, tağutun bağımlılığından kurtulmaktır. Başlar bir başa, baş da İslam’a tabi olacak... Onun için tevhidin zıddı şirk en büyük zulüm. En büyük günah... (Lokman suresi)

İnsan, hangi unvan ve konumda olursa olsun, kulluk sınırında kalacak, haddini aşarak, azarak uluhiyet/rububiyet alanını ihlalde bulunmayacak... Egemenlik, hükümranlık alanı... İtaat de, isyan da O’nun yaratması, ilmi, iradesiyledir. İtaate rızası, isyana da gazabı, izni ve cezası var.

O’nun Elçileri, insanlar için «kulluk», rehber ve örnekleridir. («Abduhu ve Resulühü») Elçileri, halifeleri insanları kendilerine kulluğa değil, kendilerine uyarak Rabbül âlemine kulluğa çağırmışlar, tağutlara, şeytana uyarak sapmaktan uzak durmamıza gayret etmişlerdir. Yeryüzünde Allah ile beraber başka bir şeye kulluk edilmeyecek. Mabud, Rabb, İlah, Melik sadece ve ancak Allahu Teâlâ’dır. İslam, teslimiyet O’na şek ve şüphesiz, şeriksiz, zulüm bulaştırmadan, inanarak, emir ve yasaklarına tam bir teslimiyettir. Adalet, tevhid, merhamet, barış, doğruluk, saadet... Tüm güzellikler İslam’dadır.

Dünya ve ahiret saadeti ancak İslam’la mümkündür, vesselam.