Televizyon ve şov dünyasının içinde olan tiyatrocu/sunucu Behzat Uygur ile yaptığımız bir röportajda, “Biz bir misafirliğe gittiğimizde, bir sohbet ortamında orada bulunan televizyonu kapatıyoruz. Çünkü televizyon insanların arasındaki iletişimi yok ediyor. Sohbet ortamı yok oluyor” demişti… Doğruya doğru!...
Televizyon aslında evimizin ortasına koyduğumuz, yüzü sürekli bize dönük olan bir el bombasından farklı değildir. İnsan ilişkilerini yok eden, iletişimi bitiren, sohbet ortamını mahfeden, insanlar arasındaki duygusal bağlara bile hükmeden bir saatli bomba. Hayatı televizyon dizilerindeki, programlarındaki, yarışmalarındaki kahramanlara öykünerek yorumlamaya çalışan bir nesil çıkıyor ortaya. Her şeyi bu kahramanlar üzerinden anlamlandırmaya çalışan, bu kahramanlarla özdeşleşerek kendilerine hayatlar kurmaya çalışan bir nesil çıkıyor önümüze.
Aslında televizyonun kendi çekim merkezine dalarak, televizyonun merkezileştirdiği sanılan “ben merkezli” insanlar ortaya çıkıyor. Senaristlerin, programcıların gözünden dünyaya bakan, tuzu kuru ailelerin gayri meşru ilişkilerini ele alan dizilerin dünyasından hayatı yorumlamaya çalışan tek kişilik dünyalar.
Bunun etkilerini özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanlar çok yakından hissediyor, duyumsuyor. Büyükşehirlerin insanı merkezden uzaklaştırdığı, yalnızlaştırdığı, kalabalıklar içinde yalnızlığa mahkum ettiği havayı tüm toplum teneffüs etmek zorunda kalıyor. Televizyon ekranlarının o ruhsuz, hayatı sadece oyun ve eğlence olarak telakki eden zihniyetin soytarılıklarını izlemek zorunda kalıyorlar. Kendilerine Müslüman yaftası yakıştıran insanlar bile, Allah (c.c.)’ünün Kur’an-ı Kerim’de buyurduğu, “Bu dünya bir oyun ve eğlenceden ibarettir” ayeti kerimesinin nurunu ve ışığını unutmuş gözüküyorlar. Televizyonların bizlere vaazettiği “vur patlasın, çal oynasın” eğlence anlayışı artık herkesin evinin içine kirli bir şekilde sızmış durumda.
Hiç kimse, “Bizlere dayatılan böyle bir hayat anlayışını kabul etmiyoruz, dizilerle, rezil programlarla hayatımızın merkezine yerleştirilmek istenen ahlaksızlığa karşı durmak için bu kepazeliği protesto ediyoruz” demiyor.
Televizyonlardan üzerimize boca edilen kirlilik öylesine büyüdü ki deyim yerindeyse evimizin içi tam bir bataklığa döndü. Kimin eli kimin cebinde belli olmayan ve iffeti değil şehveti başrole koyan dizilerden, aile içi ilişkilerin, özel hayatların milyonların gözünün önünde faş edildiği kadın kuşaklarından üzerimize sıçrayan çamurlara artık tepki vermeyen bir toplum haline geldik.
Ekranlara nizamat vermek için kurulan RTÜK’ün de bu rezillikleri kulak arkası ettiği süreç, ahlak ve maneviyat iklimimizi deyim yerindeyse yok etti. Cennetmekan Erbakan Hocamızın kurduğu tüm siyasi partilerin tüzüğünün başında yer alan “Önce ahlak ve maneviyat” düsturunun hayatımızın merkezine koymamızın ne kadar gerekli olduğunu bugün toplumda yaşanan iffetsizlikleri, edepsizlikleri, ahlaksızlıkları görünce çok daha iyi anlıyoruz.
Televizyon da evimizin başköşesinden bizlere bu dünyanın tüm sıkıntılarını, bu dünyanın tüm zehrini aktaran, bu dünyanın tüm ahlaksızlıklarını anlatan çağdaş masalcı dede gibi gözümüzün önünde duruyor.
Anadolu’da sıradan bir ailenin başına gelse, “Tüh bu ne edepsizliktir… Bu ne ahlaksızlıktır…” diye hor göreceğimiz bir çok şeyi, bugün ekranlarda izleyip, kötülükleri sıradanlaştırıyor, ahlaksızlıkları içselleştirebiliyoruz. Bam Teli Yol Hikayeleri programcısı rahmetli Tayfun Talipoğlu’nun çok ince ve zarif bir değerlendirmesi vardı. “Türk halkı bir kötülük gördüğünde sadece –mır, mır eder”… Biz de ekranlarda gördüğümüz bu kepazeliklere sadece –mır, mır ediyoruz… Oysa, Resulullah (sav) Efendimiz, “Bir kötülük gördüğünüzde, elinizle düzeltin, dilinizle düzeltin, kalbinizle buğzedin. Kalbinizle buğzetmeniz imanınızın en zayıf derecesidir” buyurmakta.