Müslümanlar, yaklaşık iki buçuk asırdır “fetret dönemi” yaşamaktadır. Zulüm ve gözyaşının eksik olmadığı bu süreç, bir yandan Müslümanların içine düştükleri “mağlubiyet psikolojisi”ni pekiştirmekte, diğer yandan İslâm’ın etrafında şüphe oluşturmak isteyenlerin işini kolaylaştırmaktadır.
Halkı Müslüman olan ülkelerdeki adaletsizlik, huzursuzluk, ekonomik sıkıntılar, iç karışıklıklar ve Müslüman coğrafyanın tapulu malı gibi üstüne yapışan zulüm ve gözyaşı, iki büyük sorunu ortaya çıkartmıştır.
Müslümanların tevekkül anlayışındaki eksiklik
Bunlardan birisi, Müslümanların iki buçuk asırdır yaşanan fetret döneminin hiç bitmeyeceği algısıyla oluşan mağlubiyet psikolojisinin yerleşmesi ve buna bağlı olarak direncin günden güne yitirilmesiyle ortaya çıkan tevekkül anlayışının değişmesidir.
Müslümanların, elinden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra işin akıbetini Allah-u Teâlâ’ya bırakması gerekirken, işi sadece dua ve bedduaya indirgemiştir. Elbette, “Dua, müminin silahıdır” ancak sadece kavli duayla yetinilip fiili duaya tevessül edilmemesi, yani dua silahıyla birlikte gereken, “irade, azim ve gayret” gibi etkenlerin terk edilmesi, sorunlu bir anlayıştır. Bu sorunlu anlayıştan dolayı Müslümanlar sadece kavli (sözlü) duayla yetinip her türlü kötülük, zulüm, küfür ve şirkin cezasının Allah-u Teâlâ tarafından hemen verilmesini beklemekte, aksiyon almayı terk etmektedir.
Müslümanların, Batı karşısında mağlubiyet psikolojisine müptela oluşu ile güçlü ve örnek bir İslâm devlet modeline sahip olmaması; zulme ve kötülüklere karşı bireysel gayretten başka bir seçeneğin olmayışı, bütün sorunları sadece kavli (sözlü) duayla yahut bedduayla çözme eğilimini ortaya çıkartmıştır.
Buna, sağlam İslâm/Ehl-i Sünnet anlayışından sapmış, zulümle mücadele misyonundan uzaklaşmış, “Emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” ve “cihat” refleksi kaybolmuş bir kitlenin çaresizliğini de eklerseniz; her türlü kötülük ve zulümle mücadeleyi Allah-u Teâlâ’ya havale etmiş bir anlayışı görürsünüz. Aynı anlayış sahiplerinin, sadece mücadeleyi değil, intikam almayı da Allah’a havale edip, sorumluluktan kurtulmanın konforunu yaşadığına şahit olursunuz.
Kâfirlerin İslâm’ın etrafında şüphe oluşturma çabası
Halkı Müslüman olan ülkelerdeki adaletsizlik, huzursuzluk, ekonomik sıkıntılar, iç karışıklıklar ve Müslüman coğrafyanın tapulu malı gibi üstüne yapışan zulüm ve gözyaşını, kısacası Müslümanlardaki çaresizliği fırsat bilen İslâm düşmanı kâfirler, İslâm’ın etrafında şüphe oluşturmak için çabalamaktadır. Bunun için de, “Neden bütün kaos Müslüman coğrafyada?, İslâm dini o kadar mükemmelse Müslümanlar neden bu halde?, Allah çok güçlüyse, neden Gazze’ye yardım etmiyor?, Allah, neden Müslümanlara yardım etmiyor?” gibi sorularla kafa karışıklığı oluşturmaya çalışmaktadır.
“Neden bütün kaos Müslüman coğrafyada?” sorusunun cevabı, Müslümanların yaklaşık iki buçuk asırdır yaşadığı “fetret dönemi” ile bağlantılıdır. Bugün, halkı Müslüman olan ülkelerdeki iç karışıklık, huzursuzluk, ekonomik buhran, kâfirlerin tasallutları tamamen Allah-u Teâlâ’nın emrettiği ve Peygamber Efendimizin (S.A.V.) uygulayarak gösterdiği İslâm’dan uzaklaşılması ve emanetin ehline verilmeyerek adaletli yöneticilerin seçilmemesiyle bağlantılıdır.
“İslâm dini o kadar mükemmelse Müslümanlar neden bu halde?” sorusunun cevabı, İslâm dini mükemmel ancak Müslümanlar görevini yerine getirmediği için bu haldedir olmalıdır. Zira Müslümanlar tarih boyunca adaleti tesis etmiş, huzurlu, müreffeh bir hayat sürmüş, kâfirlere boyun eğdirmiştir. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) kurduğu Büyük İslâm Devleti’nden başlayarak, Hulefâ-i Râşidîn, Emevi, Abbasi, Endülüs Emevileri, Karahanlılar, Memlûkler, Tulunoğulları, İhşitler, Gazneliler, Eyyübiler, Büyük Selçuklu Devleti ve Büyük Osmanlı Devleti gibi onlarca devletle yüzyıllarca Müslümanlar izzet ve şerefle yaşamış, emri altındakileri de adaletle yönetmiştir. Demek ki, mükemmel İslâm dini sayesinde tarih boyunca Müslümanlar rahat içinde yaşamıştır. Yani, Müslümanların bugünkü geçici fetret dönemine bakarak İslâm hakkında yargıda bulunmanın hiçbir mantıklı tarafı yoktur.
“Allah çok güçlüyse, neden Gazze’ye yardım etmiyor?, Allah Müslümanlara neden yardım etmiyor?” soruları da İslâm düşmanları tarafından gündeme getirilmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın cezalandırma güç ve kuvveti zaman ve mekânla mukayyet değildir. İstediği zaman cezalandırabilme kudretini haizdir. İsterse kötülüklerin cezasını dünyada hemen verebilir, isterse de ahirete erteleyerek orada daha ağır şekilde cezalandırabilir. Cezayı ertelediği zaman da mutlaka gerçekleştirebilme kudretini haizdir ve gerçek güç ve kuvvet budur.
Böyle olmasına rağmen Allah-u Teâlâ, kimi zaman yeryüzündeki kötülüğün, zulmün, küfrün, şirkin, her türlü isyanın cezasını dünyada verir, bazen de ahiret gününe erteler yani mühlet verir; bunun tasarrufu tamamen Allah’a aittir.
Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de kötülükleri Müslümanların eliyle düzeltmek istediğini, “Onlarla savaşın ki, Allah sizin elinizle onları cezalandırsın, onları rüsvay etsin; onlara karşı size yardım ve zafer nasip etsin ve (baskı ve zulüm altındaki) mümin toplulukların gönüllerini ferahlatsın” (Tevbe Suresi, 14) ayetiyle bayan etmektedir.
Günümüzde Müslümanlar, Allah-u Teâlâ’nın emrettiği ve Peygamber Efendimizin (S.A.V.) uygulayarak gösterdiği İslâm’dan uzaklaşmıştır. Zulme dur deme misyonunu yitirmiş, kâfirlere karşı cihat etme, güç gösterme bilincini kaybetmiştir. Gazze’deki mazlumlara yardım etme görevi halkı Müslüman olan ülkelerin başındaki liderlerindir. Liderleri harekete geçirecek ise halklardır. Gerek liderler, gerekse halkların basiretsizliği İslâm’a ve Allah-u Teâlâ’ya bağlanamaz.
Müslümanlar geçmişte Allah-u Teâlâ’nın emrettiği, Peygamber Efendimizin (S.A.V.) uygulayarak gösterdiği İslâm’ın emirlerini uyguladığı için güçlü devletler kurarak izzet ve şerefle yaşamıştır. Günümüzde Müslümanlar, fetret dönemi yaşadığı, mağlubiyet psikolojisine esir olduğu için kötülükleri ve zulmü düzeltme misyonunu kaybetmiştir. Oluşan bu arızi durum tamamen bununla alakalıdır.