Teorileriyle iktisat ilmine yön veren bir bilim adamı, soğuk savaş döneminin sona ermesi ve dünyada hemen hemen tüm ülkelerin ekonomilerini “küresel rekabet” zeminiyle birbirlerine açması dolayısıyla şöyle bir tesbitte bulunmuştu: “Gün gelecek, dünyada tüm ülkelerin ekonomileri pamuk ipliğiyle birbirine bağlı olacak. Eğer, bir ülkede şu ya da bu şekilde kriz çıkarsa, bu kriz domino taşı etkisiyle her yere yayılacak. Dünya ekonomisinin ağa babası ise Amerika olacak. Amerika’da rüzgar esse, başka yerlerde fırtına kopacak”… Teorinin özeti böyle bir şey…

Bu teoriyi destekleyecek en çarpıcı gelişmeyi, birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı olan para piyasaları olarak gösterebiliriz. Amerika’da Dow Jones’da rüzgar esiyor, Türkiye’de İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yerle bir oluyor. Amerika’da faizlerde binde 5’lik oynama yapılıyor. Türkiye’de döviz fiyatları, borsa tepetaklak oluyor. Uzakdoğu’da Japon borsası çöküşe geçiyor, Türkiye’de ekonomi yaprak gibi sallanıyor. Domino Taşı felsefesi sonuna kadar kurgulanmış durumda. Artık, cebinizdeki paranın hakimi sadece siz değilsiniz. Uzun yıllar dünya ekonomilerine sızmaya uğraşan garip bir el, artık cüzdanınızdaki paranın değeriyle istediği gibi oynayabiliyor.

Küresel bir rekabet ortamındayız… Etrafımızda kurgulanan dünyada, kendimize yol bulabilmek için çabalıyoruz. Üretici veya tüketici olmamız fark etmiyor. Bu dünyanın bizi yönlendirdiği doğrultuda bir yön tayini yapıyoruz kendimizce.

Bugün, çok çetin bir ekonomik savaş içindeyiz. Sıcak savaşlar demode, ekonomik savaşlar moda. Napolyon Bonapart’ın dediği gibi, “Para, Para, Para”… Gücünüz parayla, ekonominizin direnciyle ölçülüyor. Artık ülkeleri işgal yöntemi kültürel ve ekonomik modellerle yapılıyor.

Ekonomik yöntem çok açık: Borç ver… Sürekli borç ver… İşgal edilmesi planlanan ülkedeki insanları tüketime yöneltecek hileler bul. Ekonomilerini büyütmek için yöneticileri, sürekli borç almaya yönelt. Ve gün gelsin, borç harçla ekonomilerini çeviren ülkeler, aldıkları borcun faizini bile ödeyemez duruma düşsünler… Dara düşmüş ülkelere borç versin diye kurulan Dünya Bankası ve IMF’nin kuruluş stratejisi, uyguladığı taktik işte tam budur.

Ekonomik işgal yönteminde bir diğer ayak ise şudur: Global rekabet, uluslararası işbirliği, güçbirliği filan söylemleriyle büyük markaların bir ülkenin küçük markalarını ezmesi… Global pazarda sektörlerinin en büyüğü olan firmaların, ülkelerin varını yoğunu ortaya koyarak bir noktaya getirdikleri değerli, stratejik kurumları “maddi olarak cazip fiyat teklifleri” vererek ele geçirmeleri… Bunun örneklerini de açıkça yazmaya gerek yok sanırız…

Kurtuluş Savaşı sonrası İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği sözlere dikkat çekmek isterim: “Savaşı kazanmış olabiliriz, ama ekonomi alanındaki savaşı kazanamayanlar, asla bağımsız olamazlar”

Türkiye, ekonomisini tam bağımsız ve kendi çarklarıyla çevrilen, kendi ayakları üzerinde duran bir görüntüye kavuşturmalıdır.

Türkiye, teknik olarak analiz edildiğinde, küresel sermayenin aşırı baskısı altında ezilen bir ülke görüntüsü sergilemektedir. Bankalarımız, karlı, verimli, stratejik KİT’lerimiz, iletişim kurumlarımız parayı bastıranın düdüğü öttürdüğü bir zeminde birer birer elimizden çıkarılmıştır. Kendimize ait bir değerimiz kalmamıştır… Kendimize ait değerimiz derken, “Gelecek stratejisi belirleyeceğimiz, belki de bölgeye yön verecek değerler üreteceğimiz” kurumlarımızın yönetiminin elimizden çıkmasını kastediyorum. Liberalist, özelleştirmeci kalemşörlerimiz, benim bu endişelerime, “Korkacak bir şey yok. Bu kurumlar Türkiye’nin topraklarında” gibi, kapitalist, konforist fikirler üretiyorlar. Hiç kimsenin bu kurumları temelinden sökerek bir yerlere götürecek hali yok.

Domino taşı teorisi!

Teorileriyle iktisat ilmine yön veren bir bilim adamı, soğuk savaş döneminin sona ermesi ve dünyada hemen hemen tüm ülkelerin ekonomilerini “küresel rekabet” zeminiyle birbirlerine açması dolayısıyla şöyle bir tesbitte bulunmuştu: “Gün gelecek, dünyada tüm ülkelerin ekonomileri pamuk ipliğiyle birbirine bağlı olacak. Eğer, bir ülkede şu ya da bu şekilde kriz çıkarsa, bu kriz domino taşı etkisiyle her yere yayılacak. Dünya ekonomisinin ağa babası ise Amerika olacak. Amerika’da rüzgar esse, başka yerlerde fırtına kopacak”… Teorinin özeti böyle bir şey…

Bu teoriyi destekleyecek en çarpıcı gelişmeyi, birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı olan para piyasaları olarak gösterebiliriz. Amerika’da Dow Jones’da rüzgar esiyor, Türkiye’de İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yerle bir oluyor. Amerika’da faizlerde binde 5’lik oynama yapılıyor. Türkiye’de döviz fiyatları, borsa tepetaklak oluyor. Uzakdoğu’da Japon borsası çöküşe geçiyor, Türkiye’de ekonomi yaprak gibi sallanıyor. Domino Taşı felsefesi sonuna kadar kurgulanmış durumda. Artık, cebinizdeki paranın hakimi sadece siz değilsiniz. Uzun yıllar dünya ekonomilerine sızmaya uğraşan garip bir el, artık cüzdanınızdaki paranın değeriyle istediği gibi oynayabiliyor.

Küresel bir rekabet ortamındayız… Etrafımızda kurgulanan dünyada, kendimize yol bulabilmek için çabalıyoruz. Üretici veya tüketici olmamız fark etmiyor. Bu dünyanın bizi yönlendirdiği doğrultuda bir yön tayini yapıyoruz kendimizce.

Bugün, çok çetin bir ekonomik savaş içindeyiz. Sıcak savaşlar demode, ekonomik savaşlar moda. Napolyon Bonapart’ın dediği gibi, “Para, Para, Para”… Gücünüz parayla, ekonominizin direnciyle ölçülüyor. Artık ülkeleri işgal yöntemi kültürel ve ekonomik modellerle yapılıyor.

Ekonomik yöntem çok açık: Borç ver… Sürekli borç ver… İşgal edilmesi planlanan ülkedeki insanları tüketime yöneltecek hileler bul. Ekonomilerini büyütmek için yöneticileri, sürekli borç almaya yönelt. Ve gün gelsin, borç harçla ekonomilerini çeviren ülkeler, aldıkları borcun faizini bile ödeyemez duruma düşsünler… Dara düşmüş ülkelere borç versin diye kurulan Dünya Bankası ve IMF’nin kuruluş stratejisi, uyguladığı taktik işte tam budur.

Ekonomik işgal yönteminde bir diğer ayak ise şudur: Global rekabet, uluslararası işbirliği, güçbirliği filan söylemleriyle büyük markaların bir ülkenin küçük markalarını ezmesi… Global pazarda sektörlerinin en büyüğü olan firmaların, ülkelerin varını yoğunu ortaya koyarak bir noktaya getirdikleri değerli, stratejik kurumları “maddi olarak cazip fiyat teklifleri” vererek ele geçirmeleri… Bunun örneklerini de açıkça yazmaya gerek yok sanırız…

Kurtuluş Savaşı sonrası İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği sözlere dikkat çekmek isterim: “Savaşı kazanmış olabiliriz, ama ekonomi alanındaki savaşı kazanamayanlar, asla bağımsız olamazlar”

Türkiye, ekonomisini tam bağımsız ve kendi çarklarıyla çevrilen, kendi ayakları üzerinde duran bir görüntüye kavuşturmalıdır.

Türkiye, teknik olarak analiz edildiğinde, küresel sermayenin aşırı baskısı altında ezilen bir ülke görüntüsü sergilemektedir. Bankalarımız, karlı, verimli, stratejik KİT’lerimiz, iletişim kurumlarımız parayı bastıranın düdüğü öttürdüğü bir zeminde birer birer elimizden çıkarılmıştır. Kendimize ait bir değerimiz kalmamıştır… Kendimize ait değerimiz derken, “Gelecek stratejisi belirleyeceğimiz, belki de bölgeye yön verecek değerler üreteceğimiz” kurumlarımızın yönetiminin elimizden çıkmasını kastediyorum. Liberalist, özelleştirmeci kalemşörlerimiz, benim bu endişelerime, “Korkacak bir şey yok. Bu kurumlar Türkiye’nin topraklarında” gibi, kapitalist, konforist fikirler üretiyorlar. Hiç kimsenin bu kurumları temelinden sökerek bir yerlere götürecek hali yok.