Bundan yıllar önce bir reklam seyretmiştim!.... Hatırladığım kadarıyla şöyle bir enstanteneydi: Bir balıkçı İstanbul boğazında küçük teknesinin güvertesinde bir şeylerle uğraşıyor. Bir anda gözleri Boğazın kenarında bir yapıya takılıyor…. Ve iç ses giriyor: Ayasofya, 1452 yıldır aynı yerinde. Şimdi yeniden keşfetme zamanı”…
O günlerde tüm televizyon kanallarında, Ayasofya, Galata Kulesi, Haydarpaşa Garı ile ilgili reklamlar yayınlanıyordu. Hepsinin konsepti de aynı… Şimdi yeniden keşfetme zamanı. Kaç gündür düşünüyoruz… Acaba, Kız Kulesi, Galata Kulesi, Ayasofya, Haydarpaşa Garı, Sultanahmet Camii, Süleymaniye Camii olmasaymış, kültür ve medeniyet perspektifi olarak ortaya koyacağımız hangi değere sarılacaktık?
İçimizde şehirler kurmak başlığıyla daha önce kaleme aldığımız bir yazımızda, İslam tarihine damga vurmuş şehirlerin hepsinin birer kimliği olduğunu dile getirmiştik. Mekke, Medine, İstanbul, Bağdat…
Bu şehirlerin kendine özgü bir atmosferi, kendine özgü bir mimari yapısı, kendine özgü bir şehir yaşantısı, kendine özgü bir güzelliği vardır. Bu şehirlerden hangisini örnek alırsanız alın, bir medeniyetin izlerini geçmişe doğru sürerek çok kapsamlı bir kültür iklimine ulaşabilirsiniz.
İstanbul, medeniyetlerin buluştuğu, çatıştığı ve harman olup farklı kimliklere ulaştığı bir kutlu mekandır. “İstanbul elbette fethedilecektir. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, O’nun askerleri ne güzel askerlerdir”…. İki Cihan Server-i Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, İstanbul’u fethedecek kutlu kumandan ve kutlu askerler için bu hadisi şerifi buyurmuşlardır.
Medeniyetin izlerini sürmek istiyorsanız, İstanbul’da sur içinde bir yolculuğa çıkmalısınız…. Hala otantik güzelliklerini ve atmosferini kaybetmemiş camiler, şadırvanlar, sokaklar, caddeler bulacaksınız. Eminönü’nde, Fatih’te, Koca Mustafa Paşa’da farklı bir dünyanın izini süreceksiniz.
Çünkü, bizim ecdadımız yaşadığı şehre kültür ve medeniyetinin damgasını vurmuştur. Bir zamanlar İstanbul sokaklarında, fakir fukaranın ihtiyacı kadarını alması için yapılmış “Sadaka Taşları” vardı…. Bir zamanlar İstanbul sokaklarında hamalların, yorulduklarında arıldıklarında dinlenmeleri ve oturmaları için yapılmış, Hamal Taşları vardı. Bir zamanlar İstanbul sokaklarında göçmen kuşların gelip geçerken su içmeleri için yapılmış su yalakları vardı. Bizim ecdadımız merhametini, sevdasını, yardımlaşma duygusunu, vefasını, vicdanındaki tüm güzellikleri dışarıya yansıtacak yapılar ortaya koymuştur.
İşte bu yapılara sinen güzellik, bu yapıların ortaya konulmasını sağlayan ruh, İstanbul’un sadece 2010 yılında değil, sonsuza değin Avrupa’nın Kültür Başkenti olmasını sağlayacak ruhtur.
Ne yazık ki, 20. yüzyılda İstanbul’da yaşayan bizler, bu şehri ruhsuz, şekilsiz, eciş bücüş yapılarla doldurarak, bu şehrin sokaklarına sinen ruhu ortadan kaldırmak için elimizden geleni yaptık.
Artık her sokakta çılgınca alışveriş yapabileceğimiz bir süpermarketimiz, her köşe başında devasa alışveriş merkezlerimiz var… İnsanlarımız artık merhamet kelimesini unutmuşlar, ellerindeki kredi kartlarıyla alışveriş merkezlerinde talan kültürünü benimsemiş durumdalar. İstanbul’un en güzel bölgelerinde ise çarpık çurpuk villalar, boğazın kenarında tarihin izlerine yakışmayacak binalar yükseliyor.
Geçtiğimiz günlerde bir sokak röportajında izlemiştim: “İstanbul denilince aklınıza gelen bir şey” şeklinde bir soru soruluyordu.
İstanbul denilince akla; “Ayasofya, Sultanahmet” veya başka bir medeniyet değerimiz değil, ne geliyormuş biliyor musunuz? : “Trafik”…Bu şehrin yöneticileri, 100-200 sene sonra nasıl anılacaklar acaba?