Geleneksel “asgari ücret tespit tiyatrosu”nun ardından bir diğer klasikleşen müsamere olan “TÜİK yıllık enflasyon açıklaması” da gerçekleşti. Aralık ayında “hayret verici” şekilde yüzde 1,03 çıkan enflasyon, yıllık bazda da yüzde 44,38 oldu.

Bu noktada, asgari ücrete yapılan artışın uluslararası finans kuruluşlarının “tahmin” veya “tavsiyeleri” ile bire bir örtüşmesi hayli enteresan. Misal, Eylül ayında New York’ta görüşülen Morgan Stanley’nin raporundaki “Asgari ücrete yüzde 30 zam ve faizde 200-250 baz puan indirim bekliyoruz.” ifadeleri dikkate değer. Asgari ücrete yapılan zammı bildiler, faizde de düşüş başladı ve büyük ihtimal seneyi yüzde 30’dan kapatacağı beklentisi hakim.

Yani, her şey uluslararası finans kuruluşlarının perspektifine uyumlu seyrediyor. “Enflasyonla mücadele programı”nı yabancı kuruluşlara anlatma, daha doğrusu küresel sermayeyi ikna turları meyvelerini veriyor gibi..

Ne de olsa uygulanmakta olan “enflasyonla mücadele” görünümlü olsa da “adı konmamış” bir IMF programı.. Elbette ki, kemer sıkan, sıkıntı çeken, ezilen vatandaş olacak. Enflasyonu son derece yanlış uygulamalarla kısa süre içinde patlatan siyasi iktidar sorumlu değil ama vatandaş sorumlu ve bunun faturasını ödemek de halka düşüyor!

TÜİK’in Aralık ayı verilerine göre 6 aylık enflasyon oranı yüzde 15,75 oldu ve böylece emeklilerin maaş zammı da yüzde 15,75 olarak gerçekleşti. Memur ve memur emeklisi zammı da yüzde 11,54 oldu. Bunlara birkaç puan refah payı eklenir mi diye tartışılıyor ama birkaç puan eklense de eklenmese de söz konusu rakamlar mevcut ekonomik koşullarda komik bile değil.

Yüzde 30’luk asgari ücret zammı da şaka gibiydi zaten. Yine TÜİK’in verilerinden hareketle hesaplanan yeniden değerleme oranı yüzde 43,93 olarak gerçekleşmiş ve 2025 yılında vergi, harç ve cezaların bu oranda artacağı belirtilmişti. İnsanların cebinden çıkan tutarlara yüzde 43,93 zam yapılırken, insanların cebine girecek olan tutarlara yani ücretlere asgari ücrette yüzde 30, memurlarda yüzde 11,54 ve emeklilerde yüzde 15,75 zam yapılıyor olmasının ciddi hiçbir yanı yok. Ancak sonuçları itibariyle son derece ciddi bir durum.

En önemli gündemi sadece hayatta kalabilmek, geçinebilmek, borcuna borç katarak da olsa ay sonunu getirebilmeye indirgenmiş milyonların karşısına çıkıp da “halkımızı enflasyona ezdirmedik” demek de son derece anlamsız. Kredilerle ve kredi kartlarıyla, borcu borçla çevirerek ve üstüne sürekli yeni borçlar yaparak sürdürülen yaşamlar, bankaları yani rantiyeyi ihya etmekten başka bir netice doğuruyor mu? Bir yandan “carry trade” denen yurt dışından gelen sıcak para, düşük döviz kurunun ekmeğini “döviz cinsinden yüksek faiz”le yerken, yurt içi rantiye olan bankalar da kendilerine mahkum edilen milyonların sırtından kazançlarına kazanç ekliyorlar.

Ve işin enteresan yanı, bu yoksullaştırma politikalarına tepki göstermesi gereken gelir piramidinin en altındakiler ise mevcut politikaları yürütenlere en büyük desteği veriyorlar.

Kent Lokantaları yani bir nevi “toplumsal yemekhaneler” önünde 40 liraya karnını doyurmak için girilen sıralar uzarken ve çoğunluğunu da emekli vatandaşlar oluştururken ve hayatının son demlerinde dinlenmesi gereken emekli vatandaşlar hayatta kalabilmek için hala çalışmak zorunda kalırken, sadaka kabilinden verilen ücret zamları ve maaş diye ödenen 13-14 bin liralık yekünler zaten başlı başına bir başarısızlık göstergesi değil midir?

Ortaya çıkan bu sonuçlara bakarak hangi başarıdan söz edilebilir? Hangi politika etkinliğinden bahsedilebilir? Tam tersine uygulanan politikaların çarpıklığından, adaletsizliğinden ve kötülüğünden söz etmek gerekir.

Ve görünen o ki, seçim zamanları birkaç popülist vaat, birkaç günü kurtaran cinsten uygulama, birkaç da göstermelik jestle kendi sorununa (yani yoksullaşmaya) bile yabancılaşmış kitleler, bu manasız politikalara destek çıkar, bu manasız süreçler uzar da gider. İnsanlar, kendilerine kalitesiz bir hayatı en pahalı şekliyle yaşamayı reva gördükçe de bu fasit daireden çıkılamaz.