Siyasilerin önümüze koyduğu, medyanın parlatmaya çalıştığı “Türkiye Yüzyılı” türünden propagandaları bir kenara bırakalım ve bu ülkenin, bu toplumun gerçek meselelerini konuşalım. Bu ülke gençlerinin neden hayattan bezdiklerini, neden derin bir umutsuzluğa düştüklerini, neden yurt dışına gitmek gibi arayışlar içinde olduklarını bir düşünelim.
Ve bunu yaparken şunu da gözden kaçırmayalım. Kimse, memnun olduğu, karnını doyurabildiği, geleceğe güvenle bakabildiği bir yerde “ülkeden ayrılmak” gibi bir düşünceye girmez. Hiç kimse, memnun ve mesut olduğu koşulları bırakmaz, böylesi koşullar varsa hoşnutsuzluk hissetmez, aksine mutlu olur, rahat eder, durduk yere dertlenmez.
Burada püf noktası da “dertlenmek” olsa gerek. İnsanlar, başkalarının derdiyle dertlenmediği gibi tabiri caizse “tok da açın halinden anlamıyor”. Zorda olduğunu, geçinemediğini, mevcut belirsizlikler nedeniyle geleceğe umutsuzca baktığını ve daha bunun gibi pek çok derdini, sıkıntısını, endişesini dile getireni ayıplamak çıktı mesela. Oğlunun/kızının işsiz olduğunu söyleyene “senin çocuğun da işsiz kaldın, ne olur” denilebiliyor. Borcu/harcı olduğunu söyleyene “müsriflik etmişsindir”, geçinemediğini söyleyene haline şükret” gibisinden sözler söyleniyor, dertli insanların bırakın dertleriyle dertlenmek, neredeyse sözleri ağızlarına tıkılıyor.
Bu tavır, siyasete de yansıyor, hatta bilfiil siyasetten topluma yansıyor, siyaset bir kez daha toplumu da etkiliyor. Bir ülke, derdini, sıkıntısını, beklentisini dile getiren gençlerini dinlemek yerine sözlerini ağızlarına tıkma davranışına yönelirse, o gençlerin toplumsal bakışının karamsar olması da beklenen bir sonuçtur.
Her lafa eğitimin önemiyle, “eğitim şart” klişesiyle başlayıp da eğitime dair temel noktaları bile daha doğru düzgün yerine oturtamamak, eğitim sistemini her gelenin sil baştan yaptığı bir yapboz ve her bakanın kendi fantastik fikirlerini tatbik sahasına indirgemekten kurtulmak gerekmez mi? Belki de toplumdaki birçok aksaklığın nedeni insanlara meslek öğretememekten önce, insanları eğitememek, oturmasını, kalkmasını, konuşmasını, düşünmesin, yaşamasını öğretememek olduğunun farkına carsak mı artık?
Uzun yıllar boyunca genç nüfusumuzdan hareketle “en büyük servetimiz genç nüfus potansiyelimiz” deyip durduk ama bu potansiyeli ne işleyebildik ne de doğru düzgün kullanabildik. Beşeri sermayenin de en az fiziki sermaye kadar, hatta daha da önemli olduğunu bir türlü kavrayamadık. İnsan kaynağına yaklaşımımız, vahşi kapitalizmin “ucuz işgücü” perspektifinden oldu devamlı surette. Ve gelinen noktada bu “genç nüfus potansiyeli” de artık erimeye başladı.
Doğurganlık hızı 1,48 ile tarihin en dip seviyesinde ve kritik seviye olan 2,10’un çok çok uzağında.. Gelecek projeksiyonlarına göre Türk toplumunda genç nüfus azalıyor ve hem ortalama yaş hem de yaşlı nüfus artıyor. Bu durum, zaten perişan haldeki emeklilik sistemini daha da zora sokacak, çalışan başına düşen emekli sayısı da giderek artacak, çalışanların yükü de katlanacak.
Öte taraftan ise, bir veri var ki, gelinen noktanın vahametini olduğu gibi gözler önüne seriyor. 15-34 yaşındaki 6,5 milyondan fazla genç, ne eğitimde ne de istihdamda! Avrupa’daki bazı ülkelerden kalabalık bir nüfus bu.. Bu gençlerin sayısı, Türkiye’nin en büyük ikinci ili Ankara’dan bile kalabalık! Böylesine bir kitle, ne okuyor ne çalışıyor.. Üstüne üstlük, çoğunun da yaşları gereği artık hayata atılmaları, belki yeni yuva kurma çağları da çoktan gelmiş durumda.
Böylesi vahim bir tablo önümüzdeyken, kimseler bunu dillendirmiyor, dile getirenler neredeyse ayıplanıyor, medya kendisine izin verilen kadarına ucundan dokunabilirken, siyasetin gündemine bile gelmiyor. Bir zamanlar “en büyük sermayemiz” diyerek methiyeler düzdüğümüz, övünmekten bir hal olduğumuz genç nüfus, tam anlamıyla bir “kayıp nesil” olma yolunda ilerliyor.
İnsanları sadece “oy veren otomatlar” olarak gören ve kendisine oy verip vermemesine göre kıymetlendiren bir bakışla, insanların sorunlarına, sıkıntılarına çözüm bulabilmek, şikayetlerine ve taleplerine cevap verebilmek mümkün gözükmüyor.
“İnsanların derdiyle dertlenmeyi” bile oya tahvil eden bir anlayışın hakim olması; asıl dertlenmemiz gereken nokta belki de burasıdır.