Türk toplumunun kutuplaşmasından, kamplaşmasından, sorumsuz söz ve tavırlar nedeniyle ayrışmasından şikayet edilir devamlı. Hemen herkes bundan şikayet eder, ancak her nedense özellikle de “safları sıklaştırma” güdüsü gerekçesiyle bundan da hiç vazgeçilmez. Hatta bu kutuplaşmanın, bir siyasi tavır ve stratejiye dönüştüğüne, bir oy kazanma aracına dönüştüğüne de ne zamandır şahit olmaktayızdır.
Kutuplaşma genelde siyasi görüş, parti, hareket üzerinden olduğu gibi bazen de inanç ekseninde olmuştur. 60’lı, 70’li yıllar boyunca sağ-sol kutuplaşmasını ve buradan hareketle kavgasını bu ülke çok uzun süre yaşadı. Hiçbir temeli olmayan ancak insanları birtakım gerekçelerle birbirlerine düşman eden, nefret eder hale getiren bir toplumsal histeri yaşandı.
90’lı yıllarda, özellikle de 28 Şubat döneminde akıl, mantık ve insaf dışı bir kamplaşma pompalanmaya çalışıldı. Sivas Olayları provokasyonundan Aczmendiler hadisesine ve o dönemin meşhur kartel medyasının türlü çeşitli yalan haberleriyle bu kamplaşma özellikle vurgulanmaya, gündemde tutulmaya çalışıldı. Bilhassa Refahyol Hükümeti döneminde laik-antilaik kutuplaşması ateşini harlamak için olmayacak şeylere girişildi, Batı Çalışma Grubu rezaletleri, üniversitelerde başörtüsü yasağı kepazelikleri yaşandı. Objektif bakan her gözün farkına varabileceği gibi bu kamplaşma/kutuplaşma gayretleri, siyaseti belli bir eksene doğru kaydırma ve Milli Görüş olmaksızın bir tasarıma yeltenme maksatlı hadiselerdi.
Siyasetin iki partiye indirgenmeye çalışıldığı son 20-25 yılda ise iktidar-muhalefet şeklinde bir kutuplaşma zemini oluşturuldu. İktidar kanadı, toplumun sağ-milliyetçi-muhafazakar cenahı olarak formüle edilmeye çalışılırken, muhalefet de sol-laik kesimler olarak tanımlanmaya çalışıldı. Toplumun fertleri bu kamplara itildikçe "safları sıklaştıralım" siyaseti gereğince bunun geri dönüşü siyasi rant ve oy oldu.
Son dönemlerde ise, aklın almayacağı kadar hızla kötüleşen koşullar ve artan ekonomik sıkıntılarla birlikte geçim derdi bir kez daha siyasetin ve ideolojilerin önüne geçti. Gerçi, son derece yüzeysel bir zemine sahip olan Türk siyasetinde, ideolojilerin ne kadar ağırlıklı bir yer tuttuğu ve özgül ağırlıklarının olup olmadığı da tartışmalı bir durumdur. Nihayetinde, Türk toplumu ekonomik krizin/buhranın acımasız gerçekliğiyle yüzleştikçe ve özellikle de 2018’den sonra yönetim sistemi ve aklı tamamen tek bir merkeze indirgendikçe, toplum nezdinde siyasete uyarlanmaya çalışılan ABD usulü “iki seçenekli bir oyun” tasarımı da çöktü. Bir tarafta oyu yüzde 25’i geçmeyen “Cehape”, diğer tarafta sağ-muhafazakar cenah düşüncesi ve buna göre şekillenmesi hesap edilen siyaset fikri, özellikle ekonomideki büyük sorunlar ve geçim sıkıntısının yeniden hortlaması sonucunda rafa kalktı.
İnsanlar, yaşadıkları hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı karşısında alternatif arayışlara girdiler ve önceleri sağ-sol, laik-antilaik diye yapılan tasnifleri bir kenara bırakıp hiç akıllarında olmayan oy tercihlerinde bulunabildiler. Önceleri, birbirine taban tabana zıt hatta düşman gözüken partiler, halkın bu tavrıyla yan yana gelebiliyorlar artık. Topluma giydirilmeye çalışılan bu kamplaşma/kutuplaşma gömleğini, halk kendisi yırtıp attı aslında.
Bugün ise özellikle krizden de öte buhranı andıran ekonomik zorlukların ve geçim sıkıntısının halkın tek gündem maddesi olmasıyla beraber farklı tür kutuplaşma gözlemleniyor. Bir tarafta, nüfusun yüzde 20-25'i denecek bir kesim, tüm ekonomik sıkıntı ve zorluklara rağmen hallerinden gayet memnun ve mesut, hiçbir harcamadan geri kalmadan, son model araçlar, lüks evler, pahalı restoranlarla süslü bir “dolce vita” yaşantı içindeyken, geriye kalan yüzde 75-80 ise tüm çaba ve eforuna rağmen ne borç batağından kurtulabiliyor ne istediği hayatı yaşayabiliyor ne de bir şeyler edinebiliyor. Büyük çoğunluk ancak "ay sonunu getirmekle" formüle edilen hayatta kalmaya odaklanarak yaşamaya çalışıyor. Velhasıl-ı kelam, “tok, açın halinden anlamıyor”.
Emeklilerin çok büyük çoğunluğu 25 bin liranın altında, yine büyük kısmı asgari ücret bile almazken, asgari ücretliler ve ücretli çalışanlar da yoksulluk sınırı altında bir hayata talim ediyorlar. Bir taraftaki manzara, diğerinin tam tersi. Bir tarafta lüks tüketim yükseliyor ve dolar milyoneri sayısı dünya genelinde en yüksek bizde artıyor. Diğer tarafta ise halkın büyük bölümü yoksulluk sınırı olarak açıklanan 95 bin liranın yakınından bile geçemiyor.
Bugüne kadarki en çarpıcı ve can acıtıcı kutuplaşma olsa gerek.