Büyükşehirlerde yaşayan insanların en büyük handikapı, kuşkusuz kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşamak. Çalıştığınız iş yeri hariç, sokağa çıktığınızda milyonlarca yabancı yüzün sizleri anlamsız ve boş bakışlarla süzdüğü bir şehir atmosferinde yaşıyorsunuz.

Toplu taşıma araçlarında her biri farklı amaçlar için sağa sola dağılan, kaygıları ayrı, dertleri ayrı, sadece aynı istikamete yolculuk yapan kuru kalabalıklar içinde kayboluyorsunuz. Şehir bizi yalnızlaştırıyor, şehir bizi kendi benliğimizden koparıyor…

İnsanların yüzlerinde sürekli bir kaygı ve üzüntü çehresi… İnsanların yüzünde, yaşadıkları şehirden her an kopuverecekmiş gibi bir anlam ifadesi seziyorsunuz…

Şehirler büyüyor, biz ise küçülüyoruz… Şehirler büyüyor, dertlerimiz de, sıkıntılarımız da, kaygılarımız da aynı oranda büyüyor…

Yaşadığımız şehre bir anlam katabilmek için kendimizi feda edeceğimizi hissediyoruz, ama, şehir bizi yutuyor, zehirli kollarıyla her yerimizi iğneliyor.

Şehirleri biz mi kurmalıyız? Şehirler mi bizi kurmalı?

Kabul etmeliyiz ki, büyükşehirler bizden bir çok değeri aldı götürdü. İnsani yönümüzü törpüledi, medeniyet tarihimize damga vuran kadim anlayışlarımızı yok etti. Komşuluk ilişkilerimiz bitti… Sevgi, saygı, muhabbet ortamları tırpanlandı.

Maalesef, 20 ve 21. yüzyıl, köyden kente göç olgusuyla birlikte, şehirleri sadece ikamet alanları olarak gören anlayış, “estetik yoksunu” toplu konut alanlarını, altyapısız, plansız projesiz “varoşları” hayatımıza soktu.  Binalar… Toplu konut alanları… TOKİ’nin devasa projeleri… KİPTAŞ’ın projeleri… Ne yapıyoruz sizce!

Modern yaşam alanları mı sunuyoruz, insanlara… Yoksa, yalnızlaşan, aynı katta bile otursalar birbirinden habersiz yaşayan “Issız insanlar mı” üretiyoruz?

İnsanlar, yaşadıkları şehirlere damga vurarak, anlam ve ruh vererek medeniyet tarihlerini yazmışlardır.

Bizler, tarihin geçmişteki izlerini sürerken, insanların yaşadıkları şehirlere nasıl anlamlar yüklediklerine bakarak, medeniyet perspektifimizi de oluşturuyoruz. Peki, biz yaşadığımız büyükşehirlerin, yaşadığımız çağa kattığı anlamı hiç düşündük mü?

İnsan, beşeri münasebetleriyle var olur… Klasik tanımıyla, sosyal bir varlıktır… Ama, yaşadığımız şehirler, sosyalitemizi yok etti.

Devasa binalara, ihtişamlı mimarisine ruh veren içinde yaşayan insanlardır. Gezdiğimiz, gördüğümüz şehirlere ruh veren insanlar, anlam katanlar yaşanmış orada yaşanan hatıralardır, o binalarda üretilen edebiyattır, kültürdür, sanattır…

Binaları değerli kılan mimari estetiktir…

Şehirler kuruldu, altyapıları sonra yapıldı… Şehirler kuruldu, insanları mutsuz oldu… Oysa, bir kentin yaşam alanları ne kadar donanımlı olursa olsun, o bölgede yaşayan insanların rahatı, huzuru ve saadeti ön planda tutulmalıdır.

Çünkü, şehir insanı mutlu etmek için vardır… Maalesef, bugün çok azımız dışında, yaşadığı şehirde mutlu olan insan yok! Bunun nedeni çok açık. Yaşadığımız kent, bize huzurlu bir yaşam alanı değil, trafiğiyle, altyapı sorunlarıyla, devasa problemleriyle sadece dert üretiyor.

Ve, şehirlerin efendileri olan Belediye Başkanları, kapitalist bir bakış açısıyla şehri planlayarak, yalnızlaşan insanın ruhunu da öldürebilmek için çabalıyorlar.

Medya, bu süreci hızlandıracak şekilde bir yayıncılık mantalitesiyle insanları kimliksizleştirmek için çırpınıyor… Çağdaş klanlar oluşturuluyor… Öteki, beriki, daha öteki sınıflandırmalarıyla şehirde farklı haritalar çıkarılıyor

Medyanın bile yaşadığı kısır döngü, üretme sıkıntısı, ortaya doğru dürüst bir yapım koyamama sıkıntısının da bu medeniyet tasavvuruyla ilgisi vardır aslında.

Biz, şehirleri öncelikle kendi içimizde kurmalıyız… Yaşadığımız şehirleri kendi içimizdeki güzelliklerle bütünleştirerek ortaya koymalıyız…