“Arabca isteyen urbana gitsin,
Acemce isteyen İran’a gitsin,
Frengiler Frengistana gitsin,
Ki biz Türküz, bize Türki gerektir.
Bunu fehmetmeyen eşşek demektir!”
Bu kıtanın sahibi öfkeli milliyetçi şair, Ahmet Mithat Efendi’den dayak yiyen Kemal paşazade’dir. Namı-ı diğer lastik Sait!
Tanzimat sonrasının dev yazarlarından, büyük gazetecilerinden Ahmet Mithat Efendi önceleri önemsememiş, Lastik Sait nam kişinin yazılarına muhalefet tezleri yazmasını. Birkaç alaylı ve pek üstten cevapla yetinmiş.
Lakin Lastik Sait bey sünüp durur Ahmet Mithat Efendi’nin peşine. Yukarıya aldığımız şiirindeki donmuş kalmışlık hali yanıltmasın sizi. O hal bu ülkenin bilmem neye (!) meyilli her insanının karakterinde vardır. “Arabistan’a gitsinler!” diyen kimdi ve niçin demişti, bir hatırlayın.
Lastik Sait kendine vazife etmiş, Ahmet Mithat Efendi’nin yazılarına bir karşılık, bir cevap vermeyi. Üstün olmak, başka ırkın insanlarını beğenmemek rahatsızlığı da bu işin cabası.
Ahmet Mithat Efendi’nin, Bak git oğlum demesi birkaç yazısında, fayda vermeyince, el altından haber salarak ikaz eder lastik Sait’i: Kimsenin dinine, donuna, milliyetine benim üstümden, benim yazılarımı malzeme yaparak esneme, sünme.
Fakat öteki oralı değil. Hatta hücumlarını daha bir iştahla sürdürmüş ve sündürmüş. Ahmet mithat Efendi’nin “günah benden gitti” dediği ana yaklaşılmakta.
İşte o gün geldiğinde bastonunu kapar Ahmet Mithat Efendi, lastik Sait’i arar, Bab-ı Ali mahallesinde.
Ahmet Mithat Efendi dev vücudu ve koca sakalıyla, elinde sopa kovalar, kovalar ve yokuşun bir köşesine de kıstırıverir.
“Bağırta bağırta bir güzel döğdü” diye anlatmışlar o hadisenin şahitleri gördüklerini.
Ertesi günkü yazısını “Lastik Sait’e dayak” başlığı altında yazarken Ahmet Mithat Efendi, Lastik Sait ise artık bir daha görünmeyecektir ortalıkta. Sessizliği, yok edecektir onu.
Bu olayı kendi üslubunca, bugünkü basın polemiklerinin benzerlerinden sayarak yazmıştı Mehmet Barlas. (http://www.sabah.com.tr/yazarlar/barlas/2015/04/12/ahmet-mithat-efendi-ve-ihlamuru…)
Fakat bizim itirazımız vardı, Lastik Sait’in düzeysizliğine, ki o düzeysizlik, CHP’li ve İkdam gazetesi sahibi Ali Naci Karacan’a, Serbest Fırkacı bir muhalifini susturmak için, vatan haini ilan eden resimli afişler yapıştırtmıştı İstanbul Caddelerine. (Arif Oruç’u hatırlayınız..)
1950’li yılların sonlarında yaşanmış bir başka basın polemiğinin (!) iki taraftan konusunun içleri şöyle imiş.
“Sen vaktile kürt teali cemiyeti kurdun!”
“Hayır, asıl sen kürtlere istiklal verilmesini istedin!”
Muhataplar değil bugün önemli olan. Bu tartışmaların nasıl oluyor da bugün hala sürmesi değil midir sorunumuz Ahmet Mithat Efendi’yi artık kim arar Lastik Sait’lerimiz o kadar çok.
Bu yazımızı, geçersiz oylarıyla bu ülke Meclis’inin dinsiz (!) partiden başkanı olmasını önlediklerini ilan eden 80’lik partilerden birinin tarihci sözcüsüne bir cevap sayıp saymamak okuyucularımızın serbestlik alanındadır.
Gündemimizde idi. Tesadüfen rastgeldi.
Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer. Ya da biraz da türk havası olsun
Beyazıt Camiinin avlusunda 30 gün için bir sergi açılırdı, bir imparatorluk sergisi: Orada İskeçenin tütününden Halebin yağına, Şamın baklavasına, Herekenin kumaşına kadar ne isterseniz, bütün Türk işleri ve ürünlerini bulurdunuz. Devrin Tekeli, Reji, özel kutular içinde Ramazan sigaraları çıkarırdı. Hacıbekirin çileği taze çilek, gülü dalında gül, kayısısı yaprağında kayısı kokan reçelleri pırıl pırıl bakır küplerde sıralanırdı. Türk tezgahlarında dokunmuş paha biçilmez seccadelerde göz nurunun çiçekler açtığını görürdünüz. Çekildikçe parlayan ve parmaklara hiçbir Avrupa parfümünde bulamayacağınız bir koku sindiren kuka tesbihler, zarif ağızlıklar, altın zarflar, altın kupalar, gümüş mühürler, mercan saplı kalemtraşlar, divitler sıralanırdı camekanlarda...
İftarımız ve iftiracılarımız
İki hafta kadar önce idi.
A Haber kanalının “Birlikte Bakalım” adlı programına katılan demirbaş’lardan adı Latif Erdoğan olanını dinlemek tahammülü göstermiştim. Bugün ondan ve oralardan bahsedelim biraz.
AD kartelinin kronik hastalığıdır, biliriz. Diyanet personelinin bir iftar programlarının olması, 28 Şubat yaptırtma aşklarını depreştirir ve “saldır kurt” pozisyonlarına sokar onları.
Yine öyle olmuş. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir iftar yemeğinde buluşmuş Diyanet işleri Başkanı ve Diyanet personeli ile. AD karteli hücumda…
AKP medyası savunmada…
“Rahmetli Erbakan Hoca şeyhlere, şunlara, bunlara bir iftar vermişti. Fakat onda diyelim ki çeşitli şeyler buldular. Öyle bir konumları yok, durumları yok resmi olarak. Bu iftarda o da yok. Diyanet İşleri Başkanı, başkanlık yapmış isimler ve alimler yer alıyor.”
Latif Erdoğan söyledi bütün bunları.
A Haber’in “Birlikte Bakalım” programında. Çok şaşırdınız değil mi Latif Erdoğan da şaşırmış biri, sizden farklı olarak.
Latif Erdoğan’ı anlatalım önce; söylediklerini ise sonra konuşalım.
AKP’nin, 12 yıl ne istedilerse verdiği paralellerinin, savunsunlar da oy kaybının fazla olmasını önlesinler göreviyle emanet verdiği iki kişiden biridir Latif Erdoğan.
Gücü yettiğince ve aklı erdiğince geldiği yere yumurta kabuğu muamelesi yaparak oy kaybını önlemeye çalıştığını bilmeyen yok.
Geldiği yeri anlatırken bir başka benzeri, orada Erbakan Hoca için salya sümük karışımlı çok beddualar ettiklerini itiraf etmişti. O sahnelerden rahatsız olmaması, itiraz etmemiş olması, AKP’ye kaç oy olarak dönmüştür Bunu biz bilmeyiz.
Gelelim şimdi iki hafta önceki Latif Erdoğan’ın AKP savunmasına. Ne diyordu
“Rahmetli Erbakan Hoca şeyhlere, şunlara bunlara bir iftar vermişti.”
Şimdi bulunduğu yerin paralelinde olduğu yıllarda yaşanan o ünlü 28 şubat gerekçesini hatırlatıyor önce, AD karteline hak vererek ve bizlere, bu ne bitmez kinmiş böyle, dedirterek… Şeyhlere, şunlara, bunlara…
Yani bilmem kaçıncı sınıf adamlara, kırbaçlanmak hakkı olanlara, vesairelere…
O iftara davetlilerine, “resmi olarak, konumları yok, durumları yok” diyerek iftira atmak ve bugün hala o iftiralarını savunmak nasıl bir insanlıktır, nasıl bir inanç sistemine bağlılıktır. Anlamakta zorlanıyoruz.
Bu iftar farklı diyor AKP savunmacısı Latif Erdoğan. Erbakan’ın verdiği o iftarı artık unutun diyor. Çünkü bu iftarda, başkanlık yapmış isimler ve alimler var.
Latif Erdoğan, Erbakan o iftarı verdiğinde bulunduğu yerde ona ne öğretmişlerse, ezberlemiş ve hatta görevli olarak paralellik değiştirdiğinde de sorgulamamıştır. Yahut böyle olmak hem onun hem AKP’nin işine gelmiştir.
O Erbakan iftarının davetlileri, şeyhler, şunlar, bunlar denilen o muhterem ve saygıdeğer insanların bila istisna hepsi devlet memuru idiler, Diyanet’in personeliydiler. Resmi olarak konumları ve durumları böyle olan o insanlarda, AD karteli ve onun paralellerinin çağrıştırmaya çalıştıkları hiç bir hata ve yanlışlık yoktu. AKP’liler bunu böyle bilmediklerinden ve savunamadıklarından, bugün AD kartelinin aynı suçlamalarına muhatap olmaktalar ve savunmacı sandıkları Latif Erdoğan’ın ağzına bakmaktalar.
Bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de konu etmişti o Erbakan iftarını. Devlet vatandaşına verdiği iki tas çorbanın peşine bu kadar mı düşer, mealinde şeyler söylemişti; Diyanet personeline bir iftar vermek cesareti göstermeden savuşturacağı yılların daha yeni başladığı günlerde.
Birlikte baktık işte bunları gördük.
Not: İnternet servisimizin gayretli gençlerinden Abdussamet Karataş’ın emeklerinin ve cevap yaz ağbi, teşvikinin neticesi bu yazımız, dilerizki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın o iftarın açıklamasını bir daha yapmasına vesil olur.
BİZİM HİKAYEMİZ KÖŞESİ
EKTİK EKTİK YETİŞECEK
“ilk defa benim dergimde yazar oldu!”
Beni tanıştırdığı dostlarına böyle söyler, gazetemizin patronu Ömer Yüksel Özek.
Doğrudur!
İlk yazım onun sahibi olduğu “Gençlik” dergisinde yayımlanmıştı. Kadrosundaki yazarlardan biri de bendim.
40 yıldan fazla olmuş. Fakültelerimizin alt sınıflarındaydık daha. Konya yurdunun 8. Katındaki bir odada, boş zaman meşgalesi ararken “Gençlik” dergisinde karar kılmadık elbette. İdeallerimiz vardı, aşkımız vardı, şevkimiz vardı, kendimize güvenimiz vardı.
Siyasi mücadelesinden gururlandığımız partimiz vardı; afişlemelerinde olduğumuz, seminer çalışmalarında bulunduğumuz..
Yazıyorduk, çiziyorduk. Neden bir dergimiz olmasın MTTB’nin Milli Gençlik ve Çatı dergilerine emek verdiğimiz yıllar daha sonradır. O yılların anlatımı da daha sonrayadır.
İçimizde tek yazmayan, hatta hevesi ve merakı da olmayan bir o vardı. Patron olmayı tercih etti.
Bir sayı ancak dayanabilmiş olsak da, bize kazandırdıkları ve bizden götürdükleri vardı o “Gençlik” maceramızın.
Adlarımızın bir matbaa ürününde yazılmış olması o yıllarda, o yaşlarda bize bir iç hızı olurken, Ömer Yüksel’in içine de galiba
patron olmak aşkını düşürmüştü. İlk girişiminde parasını kaybeden öğretmen çocuğu bir talebe olmasına ragmen.
“Neden tek sayı”da kaldığımızın gerekçelerini belki bir başka sohbetimizde yan konu ederiz. Ortak karar almıştık ama, Ömer Yüksel’in hiç bir zaman “Taş bitti”cilerden olmayacağını da o günlerde öğrenmiştik. Zira hayır diyen, itiraz eden bir o idi.
İşte böyledir, Milli Gazete patronunun, Necati’nin ilk patronu da bendim, demesinin hikayesi.
Lakin son cümleyi hep ben söylerim bu tanıştırma merasimlerinde. Evet derim, o günden beri her şey değişti, biz ihtiyar olduk; bir tek ücret vermediği maddesi hep aynı kaldı.
Bu latifemden alınmayacağını siz de bilin, ilk “Gençlik” tecrübelerimizden beri yol arkadaşım Ömer Yüksel Özek’in. Milli Gazete şahidimdir. O geniş adamdır. Boyca da, ence de…
BARDAKTAKİ ZEHİR
Gençliğe tuzak kurmuşlar dağlar gibi
Günahın merkezi bar, dağın içinde
Mağdurun feryadı ciğer dağlar gibi
Zehri sunarlar cam bardağın içinde...
AVRUPA UŞAKLIĞI
Dinime de uymaz, Müslüman’a sertlik
Küffara karşı yumuşaklık yapamam,
Bilirim, Avrupalıda yoktur mertlik
Tecrübe doluyum uşaklık yapamam!..
DÖNME
Kıl dönmesinin çaresi vardır: Neşter,
Kul dönmesi daha beter: Kılınç ister!..
EKREM ŞAMA