Sözde barış için başlatılan eğit-donat projesi, aslında Ortadoğu’da kurgulanan büyük oyunun sadece bir perdesiydi.

2015 yılıydı. Dönemin Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass, Ankara’da masaya oturdu. Kalemler çekildi, imzalar atıldı. Kamuoyuna, “ılımlı muhalifleri eğitmek ve donatmak” için anlaşma sağlandığı duyuruldu. Ne de olsa bölgeye barış getirmek için (!) bir adım daha atılmıştı. Bu sözde iyi niyetli projeye “eğit-donat” adı verildi.

Ama kime ne eğitimi veriliyordu? Kim donatılıyordu? Ve daha da önemlisi, bu donatılanlar kimin adına, kimin hedefleri için sahaya sürülüyordu?

Bugün geldiğimiz noktada, artık itiraflar bile saklanamıyor. 3 Temmuz 2025 tarihli bir haberde, ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford, çıkıp açıkça söylüyor: “Colani’yi biz eğittik, biz yönlendirdik.” Bahsettiği kişi ise El Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi’nin lideri, daha sonra HTŞ’nin başına geçen, yüz binlerce insanın hayatına mal olmuş radikal bir figür: Muhammed el-Colani.

Bir zamanlar terör listelerinde yer alan, ardından ekranlara çıkıp “ılımlı muhalif” diye savunulan ve lojistik destek sağlanan bu yapılar… İşin en acı tarafıysa şu: Bu örgütleri önce “terör” bahanesiyle kullananlar, sonra “ılımlı muhalefet” diyerek meşrulaştıranlar da aynı merkezlerdir.

Ve biz? Türkiye? Maalesef bir figüran gibi, bu senaryonun parçası yapıldık.

Dönemin karar vericileri bugün hâlâ ekranlara çıkıp “aldatıldık, kandırıldık” demek yerine “kazanımlarımız oldu” diyebiliyorlar. Oysa “kazanım” dedikleri şey; milyonlarca insanın vatanından koparılması, Suriye’nin fiilen parçalanması ve sınırlarımızın hemen yanı başında bir terör yapılanmasının adım adım inşa edilmesidir.

Cüneyd Zapsu’nun söylediği bir söz bugün daha da anlam kazanıyor:

“Cumhurbaşkanları, başbakanların birçoğunun üst akıl olmadığını, aksine üst akıl tarafından idare edildiğini kendi gözlerimle gördüm.” demişti.

Üstelik tüm bu süreçte kamuoyuna yutturulmaya çalışılan senaryolar da artık ciddi biçimde sorgulanmalı. Örneğin, 12 yıl boyunca Suriye’deki kanlı iç savaşa rağmen iktidarda kalmayı başaran Beşar Esad, ne oldu da bir anda Rusya’ya sığındı denildi? Aynı günlerde, Colani’nin Japon marka bir pikabın arkasına binerek sadece 12 gün içinde Şam’a kadar ulaştığı öne sürüldü. İç savaşın tüm yıkıcılığına rağmen 12 yıl boyunca ayakta kalan Esad rejimi, ne oldu da bir anda 12 günde Colani’ye yenilmiş gibi gösterildi? Şam gibi yüksek güvenlikle korunan bir başkente bu kadar kolay girilip çıkılabildiğine gerçekten inanacak mıyız? Bu mizansenin arkasında hangi planlar, hangi pazarlıklar, hangi küresel hesaplar yatıyordu?

Madem bu süreç bu kadar hızlı işletilebiliyordu, neden Suriye halkı 12 yıl boyunca savaşa, yıkıma, göçe ve acıya mahkûm edildi? Çünkü plan başkaydı: Suriye boşaltılmalıydı. Güçlü halk kitleleri dağıtılmalı, sosyal yapılar zayıflatılmalıydı. Türkiye’ye en az 5 milyon mülteci yönlendirilmeli, demografik denge bozulmalıydı. Zaten yıllar önce Suriye sınırındaki mayınların temizletilmesi de, bu kitlesel göç planının ön hazırlığıydı.

Bir de şu var: Şam Emevi Camii’nde namaz kılma hayaliyle süslenen söylemler bugün yerini sadece gösterilere, algı operasyonlarına ve halı değişimi hazırlıklarına bıraktı. Ne namaz kaldı, ne de bir kazanım. Kuzey Suriye’de binlerce lüks konut inşa edildi güya mülteciler geri dönecek diye. Oysa herkes biliyor ki bu yapılar, bölgede adım adım kurulan bir PKK devleti için zemin hazırlamak amacıyla yapıldı. Ama bunu açıkça söylemeye kimse cesaret edemedi.

Ortadoğu halklarına bir kurtuluş değil, kaos getiren bu müdahaleler; ekranlarda destan gibi anlatılırken, gerçekte ne uğruna yapıldığı artık çok daha net görülüyor.